26 Haziran 2007 Salı

AŞK YOLU


Ali SARIGÜL

Her ne var ise aşk imiş âlemde,
İlim bir kıl ü kâl imiş ancak.


Kıl ü kal yani dedikodu, boş işler… Dilimizin büyük ozanlarından Fuzuli böyle diyor. Âlemde bunca değer verilen ilim(bilim) bile dedi-kodu yani boş sözlerdir diyor. Fuzuli’ye göre âlemdeki tek değer aşk imiş.
Bütün dünya dillerinde en çok kullanılan ve tüketilen sözcüklerden birisidir aşk. İnsanlık tarihi kadar eski bir duygu ve hakkında sayısız tanımlar, çalışmalar yapılmış sanatın, psikolojinin ve gizemciliğin başlıca, belki de en önde gelen konusu olmuştur. Aynı zamanda bütün toplumlarda ve zamanlarda en fazla istismar edilen ve yanlış tanımlanıp yanlış kullanılan bir kavramdır aşk.

Yeni Plâtonculara göre aşk, insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan en önemli özelliktir. Bu bağlamda insan aşka sahip olan tek varlıktır. Biz bu konuda Yeni Plâtonculara katılıyoruz. Bize göre de aşk insana özgü temel bir duygudur. İstisnasız her insanda vardır. Her insan bu duygu ile doğar. Bir gizil güç(potansiyel) olarak her insanda mevcuttur. Ancak bu gizil güç, çoğu insanda ömür boyu ortaya çıkmaz. Bu anlamda gerçek bir aşk yaşayan kişi çok azdır. Adına aşk dediğimiz bu olağanüstü duygunun ortaya çıkması her şeyden önce bir uyarana ihtiyaç duyar. Bu ortaya çıkışın önceden ön görülüp planlanması mümkün değildir. O birden bire, aniden olur. Bir şimşek çakması kadar kısa bir zamanda gizil bir güçten, devimsel(kinetik) bir güç haline dönüşür. Bu ortaya çıkışta iki insanın karşılaşmış olması gerekir. Burada karşılaşan iki insanın vücutları değil bilinçleridir. Gerçek bir aşkta rol oynayan esas olarak fiziksel özellikler değildir. Boy pos, kaş göz aşkın ortaya çıkmasında ikinci planda kalır. Aşk olayı iki insanın bilinç merkezlerinin karşılaşmasıdır ama hangi insanın bilinç merkezinin hangi insanın bilinç merkezi ile karşılaşacağı bilinemez ve bu durum aşkın en gizemli yönünü oluşturur. Başkalarınca hiç de âşık olunacak bir kimse olarak görülmeyen bir kadın ya da erkek, aşıkı için dünyanın âşık olunmaya layık en güzel insanıdır. Nitekim Mecnun’a bu durum, Leyla’nın nesini beğendiği sorulduğunda “ben ol da gör” dedi. Başka bir insan asla âşıkın gözü ile onun sevgilisine bakamaz. Dolayısı ile Mecnun’un Leyla’da ne gördüğünü asla bilemeyeceğiz. Bu hep sır olarak kalacaktır.

Aşk diğer yönden insanın kendisi için iyi olanı aramasını mümkün kılan bir güç, bir kudrettir. Bu dünyadaki tüm yaşamı boyunca “hüsn-ü mutlak” ı yani mutlak, eksiksiz güzellik halini arayan insanın bu arayışını mümkün kılan da yine aşk duygusudur. İnsanın tüm eyleminde etken olan, temelde var olan bu arayış duygusudur. İnsan denilen canlı, hayatın çok farklı alanlarında rol oynar. Bu rol, toplumsal değerler açısından olumlu ya da olumsuz görülebir. Ancak oynanan rolün olumlu ya da olumsuz oluşu işin esasını değiştirmez. Zira toplumsal değer yargıları zaman ve topluma göre değişebilir ancak insanda var olan kadim arayış duygusu asla değişmez. Burada soru şudur:

Nerede aramalı, nasıl aramalı?

Bu web sayfasının amacı bu arayışı, bu arayışın yollarını tartışmak, birlikte düşünmek ve düşüncelerimizi paylaşmaktır. Yorumlarınızı bekliyoruz.

Buyurunuz…

Leylâ Kimdir, Mecnun Kim? (yeni)

LEYLA KİMDİR MECNUN KİM?*

Bir kişi mahbûbunun adını çok zikretse ol mahbûbunun ışkile, muhabbetile kendi ismini ve masivâsını unudur. Ol vakit ona dahî sorsalar :

“Adın nedir?”

Ol dahî Mansûr gibi, mahbûbunun adını salıverür. Kişiye ışk galib olacak kendü ismini ve gayrının ismini gönülden yuy. Hemen zikrettiği mahbûbunun adını kor. Ancak kalanını unudur. Nitekim Mecnun İbni Kays’e vaki oldu, sordular:

“Adın nedir?” dediler.

“Adım Leylâ’dır” dedi ve her kande baksa, gözüne Leylâ’dan artık bir âdem dahî gelmezdi. Cem’i adları unudub dururdu. Aceb sırdır:
Pes âşık-ı sadık oldur kim Dost adından artık adları gönlünden yuya. Bir gün Mecnun esrük, deli, divane: “Leylâ Leylâ” deyüb şehir içinde feryad idüb çağırub yürüdü. Leyla bunun zârın işitti. Özü göyündü. Eydür:

“Varayım şol miskine bir kere dahî kendüzümü göstereyim. Ol benim içün gice gündüz niyaz kılur. Ben dahî varayım gözükeyim, hem hatırcığın sorayım” dedi ,turu geldi. Mecnun’u durduğu yerde gözetti.

Mecnun “Leylâ ! Leylâ ! deyü çağırdı. Şehirden taşra çıktı. Sahraya gitti. Vardı güneye karşı bir yerde oturdu. Leylâ’nın zikrine meşgul oldu. Leylâ dahî kalktı, vardı mahbûbunun dört yanına cezgendi. Kendüyü Mecnun’a gösterdi. Mecnun Leylâ’ya hiç iltifat etmedi, illâ “Leyla” deyu adını zikrederdi. Şol kadar Leylâ dedi ki; düşdü, kendinden gitti, bî-hûd oldu. Velâkin yattığı yerde Mecnun’un cem’i zanından yine “Leylâ!” avazı geldi. Bu dahî aceb sırdır. Leylâ yoluk acebledi. Mecnun yine kendüye geldi. Turu geldi, oturdu. “Leylâ ! Leyla!” deyu çağırdı. Bu gez Leylâ, güneşten yana yanına geldi. Leylâ’nın gölgesi Mecnun’un üstüne düşdü.. Mecnun başını kaldırdı, Leylâ’nın yüzüne bakdı. Eydür:

“Kimsin, ne kişisin?” der. Leyla eydür:

“Hâlin nedir ışk elinden?” Mecnun eydür:

“Git ! Katıma gelme, yoksa sen dahî bencileyin deli olursun, yâd mısın, biliş misin ben seni bilmezin” der. Leyla eydür:

“Şol Leylâ deyü istedüğün Leylâ benim, beni niye bilmezsin?” der. Mecnun eydür:

Var ki âlem bana hep Leylâ olubdur. Benim gönlüm Leylâ ile dolubdur. Eğer sen Leylâ isen , ya bundaki Leylâ nedir ? “ dedi.


*Müzekkin-Nüfûs-Eşrefoğlu

Elimi Uzatsam Dokunacağım Yüreğine(yeni)

Betül ERGİN

Elimi uzatsam dokunacağım,
ki ne cesaretim var titreyen elimi uzatmaya,
ne de dokunmaya yüreğine.
Başıboş bir ruh benimki,
dolanır dururum sessiz boşlukta.
Bir zamanlar esirdim korkunç yalnızlığımda.
Bembeyaz bir el tuttu elimden ansızın,
o zaman duydum büyülü şarkısını aşkın.
Şimdi yemyeşil bahçemde bir tek sen varsın.
Aynaya bak, olduğun yerde durmaktayım.

ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR MI YER? (yeni)

Doğan CÜCELOĞLU
Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım:

Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu.

Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu?

Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek,

'O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi.
O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, 'Sen benim kahramanımsın' duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
'Nasıl yani?' dedim.
'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor.Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.'
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiğiaile ortamını merak etmeye başladım.

Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,' dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güler yüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti.

Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. 'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlarakızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu. O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı:

'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirmeolanağı kaybolmuş.Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak.Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?''Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum.'Biz Frank'le konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı. Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir.

Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur.Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, var oluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır.

AŞKIN DİYALEKTİĞİ*


"Özgür bir yaşam, büyük ruhlar için olasıdır."
NİETZSCHE


Aşk bir bilincin bir bilince kavuşması, bir bilincin, özellikle duygusal düzeyde, bir başka bilinçte kendini bulması ya da aramasıdır.
...
Aşk toplumsal düzeyde bir karşı çıkıştır. Aşık olmak kınanmayı göze almaktır.
...
Kendi dışında her hangi bir gücün varlığını benimsemeyen ya da kısacası yetke tanımayan tek şey aşktır. Aşkın kendisi yetke olma savındadır yada kısacası aşk yetkedir. O gerektiğinde bütün kurumların karşısına bir yadsıyıcı olarak çıkabilir. Aşk bir yükümlenmedir, önüne çıkan her engeli yoğun ateşinde eritmek ister. Engel tanımayan yanıyla o tam bir karşı-toplumsallıktır. Kendini bir gerçeklik olarak ortaya koyduğu yerde öncelikle göreneklerin kalıplarını kırar yada kırmak ister. Toplumda geçerli her türlü kuralla yıkışır ve toplumsallığa her düzeyde meydan okur.
...
Aşk büyük boyutlarda tartışmasız benimsemedir. Aşk tartışmaz, irdelemez, hiç mi hiç kuşkulanmaz, yalnızca benimser... Ödün vermez. Ödün vermeye başladığı yerde sönmeye, sonunu elleriyle çizmeye başlar.
...
Ussallıktan bakınca çılgınlık dayanılmaz görünür. Çılgınlıkta toplumsal açıdan sakıncalı bazı şeyler vardır. Çılgınlık gerçek insan olmanın bir koşuludur. Ussallığın toprağında aşk bitmez. Aşıklar az da olsa delilere benzerler.
...
Aşk çılgınlık içinde düşünmektir. Aşk tartışmasız benimsemek ve ölesiye özlemektir. Aşkı hakkıyla yaşayanlar o koyu özlem duygusuna karşın sahiplenme yanlışına düşmezler.
...
Aşk bize verdiği sonsuzluk duygusu ile çekicidir. Aşıklar gizemli yönelimleri içinde öbür dünyada da bir arada olacaklarına inanırlar. Aşk belki de insanın yaşayabileceği duyguların en güzelidir. Olası duyguların en güzeli.
...
Yetkin bilince ulaşmış olmayanlar özgür olamazlar, en azından yeterince özgür olamazlar, onlar çok yerde birilerinin peşine takılıp giderler. Bunu yapmak zorundadırlar, çünkü özgür eylemi gerçekleştirmek için ya da uyarlı seçimler yapabilmek için gerekli bilinç donanımları yoktur. Kaba kitle ruhsallığı bu yarım bilinç koşullarında oluşur. Aşk da bir özgür düşünce ve özgür eylem alanı, bir özgür seçişler alanı olmakla belli bir bilinç yetkinliğini gerektirir. Her yüce insani değer gibi aşk da özgür bilinçlerin işidir, hatta gerektiğinde tutsaklığı göze alabilecek kadar özgür bilinçlerin işidir.Aşk özgür bilinçlerde parıldar ve gerçek anlamını kazanır. Aşk birbirine karşıt iki gücün, özgürlükle tutsaklığın çarpıştığı alandır. Özgürlüğün getirdiği tutsaklık da diyebiliriz ona.
...
Aşk bir yoldan çıkmadır, yoldan çıkarken göreneklerin hatta alışkanlıkların çizdiği çerçevelerin dışına çıkmadır. Tek ölçüt sevgili olunca yada tek değer sevgili olunca onun dışındaki her şey geriye itilir ya da sıradanlığa indirgenir. Hele çok uygunsuz koşullarda gerçekleşmişse aşk düpedüz topluma karşı ama özellikle de aileye karşı işlenmiş bir suçtur.
...
Bu yüzden kalın maskelilerin, maskelerini bir türlü bırakamayanların aşkın ülkesine girmeleri zor olur ya da tümüyle imkansızdır. Çünkü aşk büyük ölçüde düşlerden beslenir. Aşkta maskesini çıkarmayan kişi kendini bir yol ayrımında duyar, anlar ki aşk maskeli bir korunma için hiçte uygun bir ortam değildir, o durumda ya maskeyi soyunmak ya da geriye dönmek gerekecektir. Kendini kendine saklayan insan aşkın eşiğinden geri dönmek zorundadır. Aşkın kapısından girmek isteyip de bunu başaramayan insan düpedüz bu anlamda kendine yenilmiş insandır.
...
Oysa maskeler kötüdür, onlar gerçekte olumsuz yanlarımızı örttükleri gibi olumlu yanlarımızı da örterler.İçtenlikli insan olumsuz özellikleri olmadığı için değil olumsuz özelliklerini gizlemek istemediği için sevilir.
...
Günümüz insanının neredeyse hiç bir şeyden tat almayacak kadar yabancılaşmış olduğunu söylemek aşırıya kaçmak mıdır?
Genel görünümü içinde bu yeni insan durmadan gereksinimlerini artıran, buna göre durmadan yeni şeyler elde eden, bununla birlikte kazanımlarından heyecan duyamayan bıkkın bir insan özelliği gösteriyor.
...
Yeni insan aşkın yerine kaba ölçülerde cinselliği ya da onunla hiç ilgisi olmayan bir şeyi, örneğin televizyonu, otomobili ya da sabah kahvaltısını koymaya kadar varan bir yabancılığı yaşıyor.
...
Aşkın değeri bir bütünsellikte, bir- ruh beden bütününde gerçekleşir. Gerçek aşklar insanın kendini sevgiliye tam olarak armağan ettiği aşklardır. Aşkın adanmışlığı bu noktada anlam kazanır. Sakınıklıkla aşk olmaz ve her türlü sakınıklık aşkı öldürür. Ancak insanlar çok zaman tam olarak kendilerini verme rahatlığında olmadıkları için aşkta değerlerin oluşumu yarı yolda kalabilir. Yazık edilmiş nice aşklar vardır. Bu yüzden aşk yürekliliği gerektirir. Yürekli değilsek aşkla işimiz olmamalıdır.
...
Aşkta insan vardır, başkası vardır. Cinsellikte başkası nesneyken ya da daha doğrusu büyük ölçüde nesneye indirgenmişken, aşkta tam anlamıyla öznedir. Aşk ilişkisi özneden özneye ilişkidir...Başkası cinsel nesne olarak algılandığında aşk tüm gerçek anlamlarını yitirir yani aşk olmaktan çıkar. Gerçek aşk iki kişinin, karşı cinsten iki kişinin , iki ruh-beden bütününün diyalektik bir ilişkide birbirini keşfetmesi, birbirinin gizlerini ortaya çıkarmasıdır, doğrudan doğruya iki kişilik yada daha doğrusu yalnızca o iki kişiye özgü bir ortam oluşturmasıdır. Aşkta insanın keşfi olgusu bütün sıcaklığıyla, bütün derinliğiyle, bütün renkleriyle gerçekleşir. Başkası bizim için her zaman gizler yumağıdır...Bir başka insanda biz bizim için anlaşılır olması gereken özellikler buluruz, bu özellikler kat kat örtüler altında sessiz dururlar ya da bir takım kuytularda bekleşirler. Onları görünür kılmak için aşkın yoğun içtenlikli etkinliğine gereksinim vardır...Gerçekte insan kendini gizleyen bir varlıktır, o yalnızca aşkta kendini ele verir.
...
Aşka hiç bir bilinç hazırlığı olmadan girmek olası değildir...Yalnızca yetkin bilinçler aşkın dar kapısından girebilirler, aşkın dikenli yollarında yürümeyi göze alabilirler.
...
Böylece aşk cinselliği çok aşan bir güç olur. O sessiz, dolaylı, kendiliğinden bir araştırma alanıdır, bir insanlaşma ortamıdır. Onda insan kendini bulur ve kendini yaratır. Onda insan insanı keşfeder. Onda insan başkasına ulaşmanın, başkasına kavuşmanın yollarını arar bulur. Aşk insan için, gerçek insan için bir kaçınılmazlıktır. Aşk dünyayı sömürmekle sınırlanmış insan için değil de dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu
bir etkinliktir.



Aşk yarar ve çok zaman ussallığı geriye iterek mutlak diyebileceğimiz bir duygu ortamı yaratır.
...
Aşk insanın insana kavuştuğu yerdir, insanın insanı derinden kavradığı yerdir. Aşk bir açılımdır, buna göre bir özgürlük ortamıdır. Aşkın ayırıcı niteliği bağdaştırıcı duygular kadar karşıt duygularla örülmüş olması, birbirini bütünleyen öğelerle olduğu kadar çatışkılı öğelerle kurulmuş olmasıdır. Aşkta birbirine iyiden iyiye uzak iki dünya, iki ayrı bilinç, renkleriyle ve nesnel yapısı ile birbirine uzak düşen iki bilinç bir bütün oluştururcasına bir araya gelirler.
...
Karşı cinsten kişilerin dostluğu iğreti dostluktur ve her zaman aşka dönüşmeye eğilimlidir. Dostluk aşka dönüştüğü anda kendi ussallığını yitirir, genel özelliklerini özel özelliklere dönüştürür, çatışkılı bir yapıya bürünür. O artık dostluk değil aşktır, bundan böyle yapıcı olduğu kadar yıkıcı olacaktır, özverili olduğu kadar bencil görünümlere bürünecektir. Aşklar dostluklara dönüşmezler, en azından sağlıklı dostluklara dönüşmezler. Oysa karşı cinsten iki kişi söz konusu olduğunda dostluklar çabucak aşka dönüşmeye eğilimli olurlar.
...
Aşk ahlakı elbette alabildiğine geniş bir ahlak değildir. savaşta bütün silahları kullanabilirsiniz diye bir ilke olmadığı gibi aşkın da belli ahlak kurallarına dayanmaması diye bir kolaylık yoktur, ahlak kuralları elbet aşkta da bir zorunluluktur. Ancak karşılıklı çekişmenin getirdiği gerginlik içinde silahlar bilendikçe, tıpkı zaman zaman savaşta olduğu gibi kural dışı yollara baş vurulur ve böylece ahlaki yönelimin sınırları zorlanır. Elde etmenin önemli olmaya başladığı noktada , daha aşkın başlarında seven kişi neredeyse bir avcı kurnazlığına bürünmek zorunda duyar kendini. Çeşitli oyunlar oynanır, çeşitli yalanlar söylenir. Kur yapmak dediğimiz o girişim biraz da düzenbazlık girişimidir.
...
...Nedir ki puse ? Biraz daha yan yana
Yapılan bir vaattir. Yemindir kanmayana.
Bir itirafın candan bir delil bulmasıdır;
Sevişmek mastarının gül pembe noktasıdır
Bir sırdır ki söylenir ağza kulak yerine.
Bir gönül hazzıdır ki hep derinden derine
Yayılır. Bir visaldir karanfil lezzetinde.
Biraz kalpten koklaşmak ve en nihayetinde
Dudakların ucundan tutmaktır ruhu biraz.
...
Aşkı bir tür sevgi saymak, onu sevgi kavramının altına yerleştirmeye çalışmak olacak iş değildir. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler yada bilmek istemeyenler onu da bir çeşit sevgi gibi algılamak algılatmak isterler. Onlar isterler ki aşk olsun ama bir rahatlıklar ve dinginlikler ortamı olsun. Çok kişi aşkın güç bir iş olduğunun farkında değildir. Buna göre aşka hazırlıksız yakalanmak diye bir şey de vardır. Çok kişi aşktan yana görünür yada düpe düz aşktan yana çıkar, ancak aşk üst düzeyde duygusallıkla ve düşünsellikle sarılmış cinsellik olarak ancak yetkin insana, değerleri olan insana özgüdür. İşin bu yanı çok zaman unutulur...Tabanda iç güdünün bulunması aşkın türe özgü, herkese özgü olduğunu düşündürebilir bize. Doğrudur, cinsel içgüdü uyumaz, insan düzeyinde kendini benimsetebilmek yada gerçekleştirmek için acele bir duygu-düşünce maskesi takıverir yada duygu-düşünce örtüsüne bürünüverir,bir takım yapmacıklarla donanıverir. Ama ona o noktada aşk deyip çıkmak gerçek aşka haksızlık etmek olacaktır. Evet bile bile yada bilmeden sevgiyle aşkı birbirine karıştıranlar pek çok sevgiye hemen aşk sıfatını yakıştırıverirler. "Sevdim" demezler de "aşık oldum" deyiverirler. Aşk başka sevgi başkadır.
Sevgiyi elbette hor göremeyiz, hiçe sayamayız yada ikincil bir yere oturtamayız. Sevgi başka aşk başkadır. Sevgi de güzeldir, insan içindir ama aşk değildir. Aşkın sevgi olmasını isteyenler vardır. Sevgiye dönüştürülmüş aşk dişleri sökülmüş, yabansılığı giderilmiş aşktır. Karşılıklı anlayışla belirgin, dingin ve sorunsuz bağlılığa daha çok sevgi adı yakışır...Aşk tutkuyla belirgindir, iyiden iyiye sarsıcı tutkuyla belirgindir. Sevgide tutku yoktur. Ağır başlıdır sevgi, bilgedir. Sevecendir, görmüş geçirmiştir, hoş görülüdür, her koşulda anlayışlıdır, kavga çıkarsa da gözden çıkarmaz, yıkıcı olmayı hele hiç göze alamaz. Sevgi ussaldır, ussallığın çizgisini büyük bir dikkatle izler. Onun her zaman kendi logos ' una uygun olması gerekir. En coşkulu sevgi bile sınırlarını aşmaz, vurup geçmez, derinlerde anlaşılmaz öğeler barındırmaz, yoğun tutkularla işi olamayacağını iyi bilir.
Aşk tepeden tırnağa tutkudur. Tutku yoğunlaştıkça gündelik anlamında ussallık geriye çekilir, o zaman aşkın kendi özel mantığı ve özel dili oluşmaya başlar. O zaman duygu ve düşünce dünyası pırıltılı bir görünüm alırken çabucak usdışının yönetimine girer. Aşkın ussallığı bir tür usdışı ussallıktır. Aşık olan kişi olağan ussallığı elden kaçırdığını , tüm bilinç etkinlikleriyle usdışını koşullarına uyduğunu görür yada bilir. Denetlenebilen şey aşk değildir.
...
Aşk yaşamak benzersizi gerçekleştirmektir. Hem bir baş eğiş hem bir başkaldırmadır. Baş eğiştir: aşılmışlık duygusu ile belirgindir. Başkaldırmadır: Engel tanımaz. İnsan yaşamında engel tanımayan tek yönelimdir, insanı tartışmasız şekilde yükümlü ve sorumlu kılar. Bu sorumluluk düpedüz bir yüzde yüz benimseme sorumluluğudur. Aşk alışılmış sorumlulukları dışlar, göreneksel sorumlulukların çok ötesine geçer, kendisi ile ilgili yüzde yüz koşulsuz sorumluluğu getirir. Sıradan sorumluluklar aşkı kurulaştırır ve kurumlaştırır, aşk olmaktan çıkarır. Aşk göreneğe düşmandır ya da en azından ilgisizdir. Görenekle ilgili tüm değerlere karşı durur. Ona dıştan her hangi bir şeyi benimsetemezsiniz. Her aşk kendi kültür koşullarına göre kendi ilkelerini oluşturarak yaşarlık kazanır.
Genel olarak onu evliliğin bir ön hazırlığı, evliliğe açılan yolun başlangıcı gibi değerlendirirler. İnsan aşık olup evlenmelidir. İnsana aşk evliliği yakışır. Sevmeden evlenenlere biraz garip bakarız, hatta onları bir alış verişin tutkuluları gibi değerlendiririz. Ne olursa olsun işin ucunda evlilik olmalıdır. Aşkın kutsallığı ancak o koşulda onaylanır. Aşık olmak evlenmek içindir, insan aşık olur ve evlenir. Evet ne yazık ki çokları böyle düşünürler...O durumda aşk evliliğe bir hazırlık olarak düşünülebilir.Hatta şöyle düşünülebilir: aşk evlilik denilen mutluluğu önceleyen yoğun mutluluktur. İnsanlar koşullarını düşünüp tartışmadan mutluluk diye bir şeyi amaç edinmişlerdir. Onu hep ararlar ama hiç bir zaman bulamazlar. Onun amaçlanır bir şey olmadığını, amaçları gerçekleştirirken duyulan bir heyecandan başka bir şey olmadığını düşünmezler.
Kimine göre evlilik mutluluğun bulunacağı yerdir hatta tek yerdir. Mutluluk ne aşkta ne evlilikte ne de başka bir yerdedir. İnsanlar onu yanlış yerde ararlar çünkü, kendilerinde arayacaklarına dışta bir yerlerde ararlar dolayısı ile de bulamazlar. Evlilik aşkın zorunlu bir sonucu değildir. Evlilik bütün olumsuz özellikleriyle ve bu arada getirdiği çeşitli kolaylıklarla ve güçlüklerle aşkı öldüren bir kurum olarak düşünülebilir. Aşk uçurumun kenarında yaşamaya alışmıştır, rahat yataklarda sızar kalır. Evlilik en uygun koşulları amaçlar. Aşk değişkenlikle belirgin bir canlılığı gerektirir. Evliliğin kendine göre kalıpları vardır ve kalıplar birbirinin örneği olan kalıplardır. Bu kalıplar toplumsal ve türsel amaçlara göre düzenlenmişlerdir, özellikle çocuk yetiştirmeye göre düzenlenmiştir. Evlilik bir çocuk yetiştirme kurumudur, buna göre türü sürdürme kurumudur...Evlilikte aşk olsaydı evlilik bir kurum olma şansını elden kaçıracaktı, bir büyük heyecanlar, büyük sarsıntılar, büyük tedirginlikler kurumu olacaktı. Böyle bir kurumda çocuk yetiştirme olası değildir. Gerçekte iyi kurulmuş evlilikler de birer gerçeklik olmaktan çok birer düş oldukları için insan türünün sağlıklı gelişimi büyük ölçüde sözde kalmıştır diyebiliriz. Her evlilik kendine göre çatışkılarla varlığını sürdürür. Çocuk yetiştirmek için kurulmuş bu kurum çocukları zedeleyen bir kurumdur.
...
Aşk tüm evcil görünüşlerine karşın bir yırtıcıdır. Onun tüm yırtıcı özelliklerine karşın bir evcil olduğunu da söyleyebiliriz. Ne var ki ona evcil sıfatını yakıştırırken onu evlilikle bağdaştırdığımız düşünülmemelidir. Aşk her şeyden önce toplumsal düzeyde bir uyumsuzluktur, çünkü kendini kendi dışında bir hiç sayar, kendinden başka bir şeye bağımlılaşmak istemez. Gündelik yaşamı çekici kılan çok şeye ilgisizdir: Markaları bilmez, siyasi heyecanları tanımaz, kurallardan kaçar, kalabalıkları sevmez, yuva sıcaklığı diye bir şeye aldırmaz, mutfak robotlarını tanımaz, otomobil ve buzdolabı markalarını umursamaz, çok bilmişliklerden tiksinir.
...
Fırtınalı aşk denizinde yorgun düşenler için sığınılacak en güzel liman evliliktir. Evlilik limanına sığınan aşıklar uzun ve yorucu bir seferden dönmüş gibidirler ya da karmaşık bir masaldan çıkıp gelmiş gibidirler, bundan böyle her koşulda dinginliği ararlar, edilgin bir yaşama aday olurlar. Bu limana sığınış çok zaman onlara aşkta en yüce basamağa ulaşmak ya da aşkın verimli meyvesini toplamak gibi görünür. Onlar limanda demirlerken gerçek bir zafer kazanmış gibidirler. Oysa evlilik aşkın mezarıdır...Evlilik kurumu duygular açısından hiç de verimli bir kurum değildir. Ama ussal düzeyde ortak bir yaşam oluşturmak için oldukça elverişlidir. Çünkü o her şeyden önce kurumdur ve her kurum gibi yaşamsal gereksinimlerin öne çıktığı ve belirleyici olduğu bir kurumdur. Güç ya da kolay koşullarda gereksinimlerin öne geçmesi duygusal yaşamın filizlerini kırar.
Aşkın düşmanı olan alışkanlıklar ve kolaylıklar evlilik kurumunun temel özelliklerindendir. Alışkanlıklar yerleştikçe her anlamda kolay yoldan sağlamalar geliştikçe aşkın izleri silinmeye başlar. Yabansı aşk, o yırtıcı aşk en sonunda evcilleşmiş, kendine yenik düşmüştür. Dağınık saçlar, gecelikler, pijamalar, yetinmeler, bildiği gibi davranmalar, anneler, babalar, kardeşler,eski dostluklar, düşünmeden söylenmiş sözler duygusallığın altını oymaya başlar. Artık heyecan yoktur, dokunuşlarda da yoktur, yan yana duruşlarda da yoktur. Sessiz ya da gürültülü patırtılı bir isteksizlik, bir bıkkınlık gelir yerleşir. Evlilik denilen şey bu muydu? Bunun için mi biz o düşler ülkesinden bu aptallıklar ortamına geldik? Çiftler aşkın sarsıntılarını arar duruma gelirler, ancak iş işten geçmiştir, bundan böyle mutlu yuva oyununu oynamaktan başka yapılacak iş yoktur. Mutlu yuva bir bataktır, bir çocuk üretim merkezidir. Bataktan kurtulmak için girişilen çocukça çabalar boşa çıkacaktır. Değişiklik olsun diye girişilen bir takım davranışlar büyük bir verim sağlamayacaktır: Hep aynı şeyleri yapmayalım, örneğin bu akşam dışarıda yiyelim, örneğin sevişirken öyle değil de böyle yapalım. Evlilikte elde edilebilecek en iyi kazanım aşkın temiz bir sevgiye, biraz da gözü kapalı bir sevgiye dönüştürülmesi olabilir. Bu olmadığı zaman evlilik bir cehennem olur çıkar. Doğumlar, çocukların yetiştirilmesinde uğranılan çevresel güçlükler, okul harcamaları, birilerinin baskın ve yönlendirici tutumları ve buna benzer şeyler iyi bir sevgi ortamı oluşturmaya da engel çıkarır ve evliliğin açmaza girmesinde çokça etkili olur.
...
Aşkta ilginç olan sondaki sıkıntılı görünümler değil başlangıçtaki şaşırtıcı koşullardır. İki insanın bir birine vurulması ya da en azından bir insanın bir insana vurulması baştan sona giz dolu bir olgudur. Aşkı yaratan gücün uyumun gücü olduğu savı pek de inandırıcı değildir. Benzer bilinç koşullarından aşk doğar diyebilmek hiç de kolay değildir. Aşkta uyumlar kadar hatta onlardan çok uyumsuzlukların belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Uyumsuzluk aşkta bir bağlayıcı güç, bir kışkırtıcı etken oluşturabilir. Sık sık kullanılan "yasak aşk" deyimi aşkta en azından toplumsal uyumsuzlukların gücünü ortaya koymaz mı? Bu "yasak aşk" deyimi pek de anlamlı bir deyim değildir, çünkü yasak olmayan aşk yok gibidir.Aşkın önündeki bütün engelleri kaldırın, geriye aşk kalır mı? Toplumun göreneksel değerlerden giderek çok şeye hayır dediği yerde aşk uyarsızlıklarla dolu kocaman bir evet'tir. Yaş, toplumsal sınıf, kişilik yapısı, eğitim düzeyi, bakış ve seziş ayrılıkları aşkı iyiden iyiye kamçılar ya da daha doğrusu kamçılayabilir. Aşık olmak gerçekte bir olmaza evet demektir. Bu yüzden aşk evlilikleri her zaman ve her anlamda sözleşme evliliklerinden daha az şanslıdırlar.
...
Aşktan payını almamış insanlara, hele ona aklı sıra yukardan bakmaya çalışanlara acımak gerekir. Aşkın dişlerini sökmeye çalışanlara da. Onlar aşka yaraşır olmayan, aşkı eline yüzüne bulaştıracak olan,zaten aşkın ne olduğunu da bilmeyen zavallılardır.
...
Aşk deneyi, iç koşulları ne olursa olsun, sonunda bir yücelme ve yüceltme deneyidir. Aşkta insan olanaksızı gerçekleştirmeye çalışırken daha da insanlaşır. İnsan olmak her zaman sınırları zorlamaktır. Aşk insanın sonsuzluğu duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Gerçek insan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama dikenli kanatları altında gerçekleştirebiliriz. Aşkın olmadığı yerde insan bir takım gerekleri yerine getiren bir makinedir.


*AŞKIN DİYALEKTİĞİ-Afşar Timuçin, Bulut Yayınları-2002
adlı kitaptan özetlendi.

25 Haziran 2007 Pazartesi

Dilnevaz NEVA


Gece karanlığında tutsak kalır benliğim

su ve rüzgar sesleri ayartır hayatımı

karanlıkta gizlenir ağlayan nağmelerim

kara toprak ve ateş çağırır hayatımı


hayaletler dolaşır uykumun etrafında

sıkarlar da sıkarlar gecelerce ruhumu

gece mürekkebinin değişmez tonlarında

yazar rüya kalemi değişmez kabusumu

24 Haziran 2007 Pazar

AŞK

Halil CİBRAN

Almitra “bize aşktan bahset” dedi. Almustafa başını kaldırdı ve insanlara baktı, koca bir sessizlik çökmüştü üzerlerine. Ve muhteşem bir sesle dedi ki; “onun yolları zor ve engebeli olsa da, Aşk sizi çağırdığında onun peşinden ayrılmayın. Güzel tüylerinin arasına sakladığı iğneler sizi incitse de, Aşk kanatlarını size açtığında ona boyun eğin. Ve sizinle konuştuğunda, her ne kadar sesi kuzey rüzgârlarının yaprakları döktüğü gibi düşlerinizi paramparça etse de, inanın ona. Aşk sizi taçlandırdığı gibi çarmıha da gerebilir. Aşk sizi geliştirir de, yontar da. Aşk sizin doruğunuza ulaşır ve güneşte titreyen en hassas dallarınızı okşar ama aynı zamanda köklerinize de inebilir ve dünyaya tutunan parçalarınızı titretir. Aşk tahıl demetleri gibidir sizi kendinde toplar. Aşk sizi arındırmak için ayrıştırır ve eler ki işe yaramaz yönlerinizden kurtulabilesiniz. O sizi beyazlığa ulaştırır, siz yumuşayana kadar yoğurur sizi. Ve sonra sizi kutsanmış ateşine atar ki artık Tanrı’nın kutsal gününde kutsanmış ekmek gibi olasınız. Evet, aşk bütün bunlara kadirdir, kalbinizin derin sırlarını öğrenebilesiniz diye ve bu bilgi belki de yaşamın kalbinin ufacık bir kırıntısı olabilsin diye… Ama eğer yalnızca aşkın huzurunu ve mutluluğunu aramak derdindeyseniz, o zaman örtün çıplak bedenlerinizi ve aşkın harman yerini terk edin. Hep kahkahalar atacağınız o mevsimsiz dünyaya gidin ama unutmayın ki ne içten gülümseyişinizin ne de gözyaşlarınızın tamamı olacak. Aşk haylazlık verir size ama kendi haylazlığını terk eder. Aşk sahiplenilmeden sahiplenir çünkü o her şeye yeter. Eğer âşıksanız “Tanrı kalbimde” yerine “Tanrı’nın kalbindeyim” diyebilmelisiniz. Ve asla aklınızdan aşkınızı yönetebileceğinizi geçirmeyin ki eğer o sizi değerli bulursa o sizi yönetecektir. Aşk kendi boşluğunu doldurmaktan başka bir arzuya sahip değildir. Ama eğer âşıksanız ve arzulara ihtiyaç duyarsanız o arzular sizin kendi istedikleriniz olsun. Aşırı sevginin verdiği acıyı bilmek için… Aşkı kendi deneyimlerinizle bilmenin yaralanmışlığını tatmak için… Gönüllü ve hevesle kanamak için… Şafakta sevinçten kanatlanmış bir kalple uyanıp aşkla dolu bir diğer günü gördüğüne şükretmek için… Aşkın sarhoşluğuyla kendinden geçmek ve huzurla dinlenebilmek için… Akşamları şükürler içinde evine dönebilmek için… Ve kalbinizin sahibine duayla, dudaklarınızla O’nu anarak uykuya dalabilmek için…

22 Haziran 2007 Cuma

BİLİNÇLİ AŞK*

Çocuklar ve aşk arasında doğrudan bir ilişki olması gerekmez; ama aşk ile yaratma arasında kesin bir ilişki vardır. Bilinçli aşkın amacı yeniden doğuşu gerçekleştirmektir. A.R.ORAGE

İnsanlar beraberlik, güvenlik, cinsellik ve öz beğeni gibi alanlarda tatmin edici olduğunda, ilişkilerinin başarılı olduğunu düşünüyor...Ama ilişkiyi bir yol, özellikle de kutsal bir yol olarak gördüğümüzde, bu ihtiyaçları da içeren ama bunlarla sınırlı olmayan daha geniş bir bakış açısına sahip oluruz. Asıl kaygımız daha geniş bir bilincin gelişimine ve iki insanın evrimine ilham verecek bilinçli aşkı yeşertmektir.
...
Bir ilişkide bilinçli aşkın oynadığı rolü daha iyi aydınlatmak için şunu söyleyebiliriz; ilişkinin, iki insan arasında varolabilen bir çok farklı bağlantı düzeyinde düşünülmesi (bize) yardımcı olur.

BAĞLANTI DÜZEYLERİ

*Sevgililer arasında oluşabilecek en ilkel bağ, çocuklukta eksik kalmış olan duygusal beslenmeyi sağlama arzusundan doğan ortak kaynaşma dürtüsüdür.
...
*Ortak kaynaşma için duyduğumuz ilkel gereksinimin ötesinde, ilişkideki en temel arzu dostluktur. Bu arzu daha az ya da çok sofistike biçimler de alabilir. En ilkel düzeyde, tıpkı bir ev hayvanı gibi bize eşlik eden, yatağımızı paylaşan başka bir beden isteyebiliriz. Daha sofistike düzeyde ise içimizdeki çocuk, beraber gülebileceği bir oyun arkadaşı, (içimizdeki) yetişkin ise yemek yapmak, toplantılara katılmak gibi faaliyetleri paylaşmaktan zevk duyacağı bir eş ister.
...
*Başka bir bağlantı düzeyi ise, iki insan sadece faaliyetlerini ve dostluklarını değil, ortak hedefleri, menfaatleri ya da değerleri paylaştığında ortaya çıkar. Bu düzeyde, çift beraberce bir dünya, bir ortaklık yaratır. Dostluk gibi ortaklık bağlılığı da somut, dünyevi biçimlerdendir.

*Değerleri ve menfaatleri paylaşmayı mümkün kılan iletişimdir. Bu düzeyde içimizdekileri yani düşüncelerimizi, hayallerimizi, yaşantılarımızı ve duygularımızı paylaşırız.
...
*İletişimin daha gelişmiş hali ise ayindir. Sadece düşünceleri ve hisleri paylaşmanın ötesindeki öteki insanın varlığını derinden tanımaktır. Bu çoğunlukla sessizlikte olur-belki sevgilimizin gözlerine bakarken, sevişirken, ormanda gezinirken ya da beraber müzik dinlerken. Aniden kişiliğimizde değil varlığımızın en derinlerinde içimize bir şeyin temas ettiğini hissederiz. Hem tam anlamıyla kendimiz olur hem de eşimizle tam bir bağlantı kurarız. Böylesi bir bağlantı o kadar nadir ve çarpıcıdır ki gerçekliğinden şüphe etmeyiz. İki insan iletişimleri üzerinde çalışabilirler ama ayin çok daha kendiliğinden, irade dışı bir şeydir. İletişim ve ayin dostluk ve ortaklıktan daha derin ve ince bağlantı biçimleridir ve akıl ile kalp düzeyinde yaşanır.
*Daha derin bir yoldaşlık arzusu ayrıklığımızı tamamen ortadan kaldırmak ve sevdiğimizle tam bir birleşme özlemini yaratır. Bu özlem hakiki insani ihtiyacı ifade etse de aslında yönü ilahi olana, sonsuzluğadır.

BİLİNÇLİ AŞK VE KIRIK KALP

İki insan ruhsal düzeyde bir beraberliği paylaştığında aralarında bilinçli aşk yeşermeye başlar. Bu, kişiliğe duyulan sevginin tersine, varlığa duyulan sevgidir. Birleşme anlarında, hem kendi hem de sevgilimin varlığının derinlerine inerim.Gün be gün içsel yaşamlarımız eş zamanlı hareket etmeye başlar. Sevgilimin yüzü kendi yüzümden bile tanıdık gelir. Kendi duygularıma ve değişen ruh halime ne kadar duyarlıysam ona da o kadar duyarlı hale gelirim. Özlemlerini paylaşırım ve acılarını benimkilerden ayırt etmem. Öylesine nüfuz ederiz ki birbirimize, benim için artık onsuz olmak mümkün olmaz.
Ama yine de ben ondan ayrı bir bireyim. Ne kadar yakın olursak hiç bir zaman farklı dünyalarımızı tam olarak paylaşamayız: Asla (o) tam olarak ben olmanın ne olduğunu bilemeyecek ve ben de asla tam olarak o olmanın ne olduğunu bilemeyeceğim. Varlıklarımız birbirine değdiğinde bir olma anını yaşasak da tam bir bütünleşme asla mümkün olmayacaktır. Ne kadar yakınlaşırsak, en ufak mesafeler o derece sonsuzlaşacaktır.
Birbirimize olan yakınlığımız yalnız olduğumuz gerçeğini gizlemeye yetmeyecektir. Evrende birbirimize verilmiş geçici emanetleriz ve ne zaman geri çağrılacağımızı hiç bilemeyeceğiz. Bu noktayı-ne tam ayrı ne de beraber olmadığımı- bilmek kalbimin en saf halini keşfetmeme olanak verir. Sevdiğimin içinde eriyerek yalnızlığımı, hiç bir zaman yenemeyeceğimi anladığımda, beni hiç kimsenin kurtaramayacağı bir acıyla baş başa kalırım. Bir yanım onu acısından kurtarmak ve onun için doğru olanı yapmak isterken öteki yanım ondan kendi hayatını ya da öleceğimiz gerçeğini gizleyemez. İşte kalbin hem dopdolu hem de bom boş hissettiği o noktada yeni aşk şarkılarından birinde sorulan "Aşk neden bu kadar acı verici?" sorusunun cevabını bulurum.
Ama böylesi bir acıyı yaşamak sorun değil. Chögyam Trynpa'nın deyişi ile bu acı "Koşulsuzdur. Kalbini tamamen açtığın için acı çekersin." Aşk şarkılarının tonu çoğunlukla hüzünlüdür çünkü başka birine kendimizi adamak, erimek ve kendimizi bırakmak içim derin bir özlem doğurur...Aşktaki hüzün, kendimizi açmak ve bağ kurmak isteyen hislerin doygunluğudur. Çünkü birine adanmışlığın merkezinde akmak isteyen kalbin, tatlı hüzünlü doygunluğu vardır.
Yalnızlığımda akıp gitmemi istediğim için bu benim kendimi soyutlamama neden olmaz. Hayattaki küçük varlıklardan biri olarak bu benim yeryüzündeki bütün varlıklarla paylaşmak istediğim bir şeydir. Bir çok hazinenin yaratıldığı içsel bir derinliktir: Ulaşılmak istenen tutku, kendimi büyütmek, şiir veya şarkı yazmak, muhteşem yalnızlığı içinde sevgilime dokunacak bir güzellik vermek gibi. Verebileceğim en muhteşem hediye de yine ondan doğar: Olabildiğince tam yaşama ve ölme arzumun içinde beni ben yapan her şeyi, kendimi verebilirim.
Yalnızlığımızın değerini bildiğimizde, tam anlamıyla kendimiz olabilir ve kendimizi tam olarak başkasına verebiliriz ve artık başkalarının bizi kurtarmasına ya da iyi hissettirmesine ihtiyaç duymayız.Tersine onlara tam anlamıyla kendileri olabilmeleri için yardı ederiz. Bu şekilde bilinçli aşk, kırık kalbimizin yeteneğidir.
Tüm büyük ruhani inanışlara göre kişisel mutluluğu yakalama anlayışı gerçek tatmini sağlayamaz çünkü kişisel arzularımız sonsuz bir şekilde yeni tatminsizlikler yaratmaya devam eder. Hiç kimsenin bizden alamayacağı gerçek mutluluk, kalbimizin kırılmasından ve içindeki özün etrafımızdaki dünyaya yayılmasından ve başkalarının mutluluğu ile birleşmesinden doğar. Sevdiklerimizin olgunlaşmasını kutlamak, varlığımızın büyük kapasitesini denemektir ve bize kendi gelişimimizde yardım eder. Onların olgunlaşması bizi de en güzel niteliklerimizi geliştirmeye çağırdığından, tam olarak işe yaradığımızı hissedebiliriz.
...
Bilinçli aşk bu gün de çok ender olarak ortaya çıksa da artık o kadar uzak bir olasılık değil. Bunu sebebi de artık bilinçsiz aşkın tatmin edici olmaması Her geçen gün daha fazla çift ilişkilerinin, içlerindeki derin kaynakların ve en güzel niteliklerin gelişmelerine ne kadar yardım ederse, o kadar heyecan verici olabileceğini keşfettikçe bilinçli aşk bir lüks değil gereklilik haline gelecektir. İşte bu yüzden ilişkimizde şu an karşılaştığımız tüm sıkıntılar bize çok nadir bir fırsat sunuyor: İçimizdeki derinliği geliştirmeye çağıran aşkın kutsal bir yol olduğunu keşfetme fırsatı.

En son noktasında bilinçli aşk iki aşığı, daha büyük bir birleşmeye, hayata tümüyle karışmaya çağırır. dahası iki insan arasındaki aşk, bu daha büyük amaca yönelmedikçe büyüyemez. Çift arasındaki aşk büyüdükçe Teilhardide Chardin'ın "evrene duyulan aşk" dediği hayatın tümüyle kaynaşma biçimini alır. Onun da dediği gibi aşk ancak bu şekilde "sonsuz ışık ve güç içinde gelişebilir."
...
Tüm yaratılışa ışık saçmak aşkın ulaşabileceği son noktadır. Çiftin hayatına yayılan ve onu zenginleştiren işte Evren'e açılan bu büyük aşk, bu büyük yoldur.

*Kalbin Yolculuğu-John Welwood adlı kitaptan özetlendi.
Kuraldışı Yay.İstanbul 2003.Çeviri:Zerrin Koltukçuoğlu.

21 Haziran 2007 Perşembe

UÇUŞ KORKUSU

Ali Sarıgül

Sonsuz bir uçuştur aşk,
Sonsuz bir vazgeçiştir kendinden, senden.
Ve bütün değerlerinden.
Uçurumun kenarında durup, ufka bakmaktır ürpertiyle,
Sonsuz okyanusa...

Sert ve soğuk bir rüzgâr eser de okyanustan,
Kanatların titrer, yüreğin titrer heyecanla.
Okyanus seni beklemektedir ey güleç yüz,
Ey beyaz Martı,
Uçmak senin kaderindir.

Uzun bir yolculuğa çıkmaktır aşk.
Varılacak bir yerin olmadığı, sonsuz bir güzergâhtır.
Senden sanadır gidilecek bütün yollar,
Söyle bana sevgili ürkek Martı,
Seni bu acemi uçuşunda kim kollar?

20 Haziran 2007 Çarşamba

NEDENSİZ SEVGİ

Ali Sarıgül

Sevgi sözcüğü, insanlar tarafından yüz yıllar boyunca en çok tüketilen ve o oranda da tahrip ve istismar edilmiş olan bir sözcük. Sevgililer, birbirlerini sevdiklerini söylerler bıkıp usanmadan. Anne-baba çocuklarını, çocuklar anne-babalarını sevdiklerini söyler. Bir çok insan karşısındakini uyarmak için bir şey söyleyecek olsa “seni severim, bilirsin” gibi ilginç bir cümleyle konuşmasına başlar. Komşular birbirlerini, iş arkadaşları birbirlerini sever görünürler. Bir ülkenin çocukları vatanı-milleti sevme güdüsüyle yetiştirilirler. Toplum, nelerin sevilip nelerin sevilmeyeceğinin görünmez listelerini kazır insanların beyinlerine.

Milyarlarca insanı etkileyen ve yönlendiren dinlerin kutsal kitapları, hep sevgiden söz ederler, en çok da Tanrı sevgisinden. Diğer yönden spritül akımların mensupları da bu zavallı sevgi sözcüğünü öylesine ifrat derecesinde kullanırlar ki insanın sevmeyesi gelir hiçbir şeyi.

Sahi nedir bu sevgi denilen şey? Birisi çıkıyor karşınıza ve sizi sevdiğini söylüyor. Nereden bileceksiniz o kişinin sizi gerçekten sevdiğini? Dışa vurduğu duygusunun, sevgi olup olmadığını nasıl bileceksiniz ?

Eğer dikkatle incelenirse “seviyorum” diyen insanların, büyük çoğunluğunun sevgisi, bir nedene, bir amaca, bir çıkara, bir isteğe, bir beklentiye dayanır. Bunun istisnası çok azdır. Sevgililer birbirlerini sevdiklerini söylerken, aynı zamanda sevilmeyi beklerler. Kural şudur: “Sev beni seveyim seni”. Hatta sevgililerini çok sevdiklerini söyleyen bazı aşıklar terk edildiklerinde bu marazi sevgileri nedeniyle onları öldürmekten çekinmezler. Anne-babalar çocuklarını severken aynı zamanda onlardan beklentilerini yerine getirmelerini isterler. Çocuklar verilen buyruklara, konulan kurallara uymalıdır. Yoksa anne-babanın sevgisini kaybetme tehlikesi onları beklemektedir. Çocuklarını bütünüyle özgür bırakarak onları sevmeye devam edebilen kaç anne-baba vardır dersiniz? Doğaldır ki çocuklar da anne-babalarını severken onlar da beklenti içindedirler. Çocuk sevilmek ister. Çünkü bu onlara gösterilen ilginin bir göstergesidir. Anne-babadan ilgi görmek ise hayatta kalmak için gereklidir. Hatta bütün ev hayvanları sahiplerini “severler” . Bunun nedeni sahiplerinin onları besleyen “el” olmasıdır. Komşunu sever görünürsün, çünkü komşunla iyi geçinmek çıkarınadır. Vatanını milletini seversin, çünkü sürüden ayrı düşmemek işine gelir.

Bir kişi, (kim olursa olsun) sizi sevdiğini söylüyorsa durun ve düşünün: Bu sevgi bir nedene dayanıyor mu, dayanmıyor mu? Eğer dayanmıyorsa, bu tespiti yapabiliyorsanız o kişinin sevgisinden emin olabilirsiniz. Bir nedene dayanan edim sevgi değildir, bırakın gitsin.

Sevgi; hiçbir nedene, hiç bir çıkara, hiçbir beklentiye dayanmaz. Sevginin hiçbir amacı, hiçbir hedefi yoktur.

Birini sevdiğinizi söylemeden önce düşünün, içinize sorun: Sevginiz bir nedene dayanıyor mu dayanmıyor mu? Bunu en iyi siz bilirsiniz.

19 Haziran 2007 Salı

YABANCI

Furûğ-i Ferruhzâd

Yine bir kalp düştü yıkıldı ayaklarımın dibine
yine yüzümde kamaşan bir çift göz
yine bir harbin hayhuyunda
aşkım, galip geldi soğuk bir kalbe

Yine dudaklarımın çeşmesinden
bir susuz doydu
doydu
yine kucağımın yastığında
uyudu bir yorgun seyyah
uyudu
iki gözüne nazla diktim bakışlarımı
kendim de biliyorsam ne aradığımı...
Delice bir aşk istiyorum, bir anda
geçsin gitsin ar, hayâ, namus, mal, mülk, şeref şan...
Benden öpücük şarabını istiyor
Ümitlerle dolu bir kalbe ne cevap vereyim?
O alacağı tadın peşinde, ancak gafil ki ben
ebedî lezzetlerin talibiyim

Benim istediğim, sefası aşkın;
tüm benliğimi feda edebileceğim
ancak o
ateşten bir ten istemekte benden
yakıp kavuracak içindeki endişeleri
Diyor, " Ey sıcak kucak! Nazla mest et beni, delinim! "
Diyorum, " Ey yabancı!
Vazgeç benden, bana yabancısın. "

Ah gönül!
Ah bu ümitler kadehi!...
Sonunda sen de kırıldın ve kimse öğrenemedi sırrını
her yabancının elinde saz oldun feryat ki feryat!
Eşliğinde bir türkü tutturan da olmadı...

9 Haziran 2007 Cumartesi

AŞK BİLGİNİN KAYNAĞIDIR-Söyleşi

Mahmut Erol Kılıç ile söyleşi
"Aşk bilginin kaynağıdır "
30 Ekim 2006
Söyleşi: Sadık Yalsızuçanlar

Aşk sözcüğünün kökeninde neler var, nereden geliyor aşk?

Aşkın metafiziğine ilişkin fikir serdeden islam arifleri aşk kelimesini sevginin en ifrat, en ileri derecesi olarak söylerler. Aşk bir arapça kelimedir ve kökeni aşaka kökünden gelir. Aşaka sarmaşık demektir. Bir nesnenin bir nesneyi sarmasıdır. Sarmaşığın ağacı sarması gibidir. Aşkta aynen bunun gibi, maşuk aşıkını sarmaya başlar, sevgisiyle hem ruhani alemde, hem iç aleminde sarmaya başlar. Ardından fiziki alemde de bu yakınlaşması, birbirlerini sarması neticesinde aşık artık maşukuyla bir vücud olmaya doğru gider. Aradaki ikilik kalkıp tek vücud, tek bir ağaç olmaya başladıktan sonra da artık aşık maşukunu eritir, yok eder ve sonunda da öldürür. Dolayısıyla aşkın sonunun ölüm olduğunu söyler arifler. Sarmaşık sarmağa başladığı ağacın özsuyunu emmek suretiyle onun suyunu alarak gelişmeye başlar. Bir süre sonra ikisi bir fizik, bir beden olmaya başlarlar. Ve bir müddet sonra da aşık ölür. Aşıkın maşukunda kendini fani etmesi, yok etmesi aslında aşkın iki ayrı parçayı birbirine çekim kuvvetinin adı olarak da görülmesinin bir tür tezahürüdür. Çünkü aşık maşukunda kendisini fani ettiği, yok ettiği anda varolmaktadır.

Burada bir çelişki yok mu?

Hayır. Yoklukta varolma durumu aşıkın maşukunda bir hale gelmesinin göstergesidir, bir tezahürüdür. Aslında kainat dediğimiz, şu içinde bulunduğumuz yaratılmış alemde, bütün birbirinden ayrışmış gibi duran nesneler kendi içlerinde birbiriyle bağlantıdadır. Hepsinin bir iç irtibat ağı bulunmaktadır. Fark ehli denilen, ariflerin fark ehli dediği kimseler, parçalayıcı bakan kimseler, alemin, kosmosun kendi içindeki bütünlüğü göremeyen kimseler, bunları ayrı ayrı nesneler olarak görürler. Oysaki bunların hepsinin içinde bir bağlantı bulunmaktadır. Biz sevenle sevilen ilişkisindeki aşkı sadece bilmekteyiz. Onun haricinde aslında kainatta herşey herşeyle irtibat halindedir. Dolayısıyla aslında ağaç dediğim nesne ile bitki ile ben dediğim insan arasında da bir irtibat bulunmaktadır. İnsanın tabiata olan sevgisinde de aslında bu tür sevginin, bu tür aşkın altdüzeylerdeki bir tezahürü, bir yansıması bulunmaktadır. Ve iki ayrı parçayı biraraya getirmede dağınık duran parçaları, bir araya getirmede en aktif, dinamik güç aşktır. Seven, sevilen ve sevgi diye ortada üç tane unsur bulunmaktadır aşk hikayesinde, sevgi hikayesinde. Ama hala ortada bir üçlük bulunmaktadır. Seven- sevilen ve sevgi; aşık, maşuk ve aşk şeklinde. Bu üçlü hala birbirinden ayrı olduğu sürece aşk son noktasına varmamış demektir. Dolayısıyla aşıkı maşukuna; sevgiliyi sevdiğine çıkaran o dinamik bağın aslına aşk diyoruz. Fakat çekim, iki ayrı parçayı, o uzaklığı birbirine yaklaştırdıktan sonra ortadan kalkınca, sevgili sevende fani olmakta, aşık maşukunda fani olmakta, aşık maşuk bugün benim olmakta. İkisi de yani aşık da maşuk da bir olmakta. Bu, aşkın son noktasıdır. Fena bulmasıdır. Sevgilinin aşkında erimesidir. Bunu İslam metafizikçileri fena ve ardından beka makamları olarak tarif ederler. Ve ilahi aşkın maksadı, gayesi, 'ilahi ente maksudi/Rabbim, sensin bizim maksudumuz, gayemiz' ifadesinde dile geldiği gibi, bulunmaktadır. Yani, aslında ilahi aşkta bir tür narsizm bulunmaktadır. Yani varlıkta herşey başta ihsan olmak üzere Allah'ın bir yaratığı olarak peydah olduğu için, bu aleme geldiği için, Halıkla mahluk, yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkide bir ikilik bulunmaktadır. Yani yaratan ve yaratılan arasındaki en samimim ilişkiyi o sevgi bağı bulundurmaktadır. Herşey kaynağına, aslına doğru akar. Herşey kaynağını bulmaya çalışır. Derelerde akan sular aslında kaynağına doğrudur. Ağacın da yukarıya doğru yükselmesi, enerjisini güneşten almasından dolayı güneşe doğru, bir sevk-i ilahiyle yönelmesinden dolayıdır. Varlığın gayesi başta insan olmak üzere aşktır. 'Aşk imiş, her ne var alemde ilim bir kıyl u kalimiş ancak' diyen şair, aslında alemi kuşatmış olan bu aşka temas etmektedir. İşte islam sufilerinin, ilahi aşk metafiziğinde aşık ile maşuku tarif ederken kullandıkları, değişik terminolojiler bulunmaktadır. Mesela bunlardan birisi olan Ahmed-i Gazali Sevanih isimli eserlerinde ilginç bir örneklemede bulunmaktadır. Bundan dolayı bazı tepkiler de almaktadır. Ahmed-i Gazali'ye göre Allah'a en fazla aşık olan varlık şeytandır. Bunun sebebi de, çünkü aşk Ahmed-i Gazali'ye göre iki ayrı parçayı birbirine yakınlaştırmadaki, etkin unsurun adıdır. Aşk, iki ayrı parçayı, birleştirmek ister. Eğer o iki ayrı parça, birbirinden ayrı duran nesneler birbirlerinden ne kadar uzaksalar aşklarını şiddeti de o kadar fazla olur. Dolayısıyla Allah'tan en uzak şeytan olarak görüldüğünden dolayı, ontolojik olarak bunu dile getirsin, getirmesin Allah'a en fazla aşık bu durumda şeytan olmaktadır. Gerçek arifler bu manada aşk makamıyla ilerlemiş, maşukunda fani olmuş ama aşkın bir üst boyutu olan marifet denilen bilgiye ermişlerdir. Çünkü ne kadar seversen o kadar bilirsin düsturuyla hareket ederler.

Sevmekle bilmek özdeş midir yani?

Evet. Sevgi aslında epistemelojik bir süreçtir. Yani, aşk bir bilgi kaynağıdır, bilgi getirir. Aşkın ardından bilgi gelir. İşte bununla ilgili bir hadiste, 'Beni talep eden, Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni sevmeye başlar. Beni seven Bana aşık olur. Bana aşık olan Beni bilir, Beni bilen Beni sever. Her kimki Beni severse, Bana aşık olursa Ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onu öldürürüm. Ben kimi öldürürsem de diyetini ödemem benim üzerime farzdır. Ben kimin diyetini ödeyeceksem onun diyeti de bizzat Benim' buyrulur. Burada da görüldüğü gibi aşkın son noktasında bir ölüm teması işlenmektedir. Bu fiziki ölümden ziyade bir fani oluş hikayesidir. Leyla ile Mecnun hikayesinde de görüldüğü gibi önce fiziki aşk ile başlayan bu ilişki, ardından o fiziki aşkın ileri boyutu, daha iç boyutu, daha deruni boyutuna doğru intikal eder ve artık Leyla motifi silikleşmeye başlar. Leyla'yı bulduğu zaman Mecnun, Leyla'dan fizik olarak vazgeçmiştir. Leyla'nın içinde barındırdığı o güzellik, o cemal, o güzellik idesine vurulmuştur. Bu Leyla İle Mecnun, Salman İle Absal hikayelerinde, Tahir İle Zühre'de, Yusuf İle Züleyha'da, bizim gerek halk gerekse Divan edebiyatımızda karşılıklarını bulan motiflerdir. Özellikle Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiye adlı otuzyedi ciltlik o dev eserinde bir bölümünü sevgilinin hallerine ayırmıştır.

Sufiler aşkın kaynağına ilişkin neler söylüyor?

İslam sufileri aşkın kaynağı konusunda bir hadis-i kutsiye dayandırırlar görüşlerini :'Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim. Ve bunun üzerine mahlukatı, sizleri yarattım.' İşte burada sufiler Allah'ın insanı yaratmak için kullandığı, fiilin ben istedim şeklinde de değil de, ben diledim, arzuladım, sevdim diye hub kelimesini kullanması ahbabtu şeklinde hub kelimesini kullanmasından yola çıkarak aslında varlığın kaynağının, sevgi olduğunu, hub olduğunu, aşk olduğunu söylerler. Dolayısıyla onlara göre, insanın yaratılmasının sebebi bir aşk hikayesidir bir bakıma. Allah bilinmezlik aleminde kendi haline müstağrak iken daha sonra bilinmekliği dilemek üzere yaratışa geçmesiyle ilk kendisinden sadır olan ilk belirlenim denilen taayyün-i evvel denilen mertebede ardından esma ve sıfatlarının zuhur etmesi, bu isimlerin içerisinde Vedut adının bulunması ve ilk yarattığının da Hakikat-ı Muhammediye olması, Hakikat-ı Muhammediyenin Hz. Muhammed'in arketipsel bir kökenini veriyor olması... Hakikat-ı Muhammediye ile Allah arasındaki bir sevgi...Hakikat-ı Muhammediye aynı zamanda insanı kamil-i hakiki veya adem-i hakiki adlarıyla da anılır. Çünkü sufilerin anlayışına göre varlığın geri kalan unsurlarının hepsi aslında bu Hakikat-ı Muhammediye'nin tafsili, açılması, yayılmasından ibarettir. Dolayısıyla bütün alemde, bütün kosmosta bu aşkın en ufak partikülleri, en ufak yansımalarını görmemiz mümkündür.

Varlık, bu Muhammedi gerçeğin çeşitli düzeylerde belirmesi midir yani?

Evet, herşeyin tezahürü hakikat-ı Muhammediye'ye doğrudur. Allah'ın zatından neşet eden isimleri ve sıfatları içerisinde bulunan Vedud ismi de aslında iki anlamlı, iki yönlüdür. Hem seven hem sevilen anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Allah Kuran-ı Kerim'de ve kutsal kitaplarda, 'O kimseler öyle kimseler ki onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever' diye bu sevgi ilişkisini temellendirmektedir. Ariflerin aşka yönelik yaklaşımlarında ontolojik bir mahiyet bulunmaktadır. Yani, insan adeta bu yaratılmış alemde kaynağından, kökeninden kopmuş, bir gurbete düşmüş vaziyettedir. Gurbetteki insan psikolojisinde o gurbet hayatı, bu gariplik hayatı her zaman için kaynağına dönüş özlemi, bir nostalji içerisinde bulunacaktır. Sufiler insanın gerçek mutluluğunun dünyevi nesnelerle değil, dünya içerisindeki bu fani, gelip geçici şeylerle değil, ancak baki olanla olacağını söylemektedirler. Sufiler alemin bir olduğunu, hakiki olmadığını, bir mecazlar alemi olduğunu söylerler. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz alem baki değildir, fanidir. Fani olan nesnelere yönelik sevginin de fani olacağını sonunda görürler. Dolayısıyla sufiler bir insanın bir insana olan aşkının da mecazi olduğunu, ilahi aşka giden yolda bir talim olduğunu, bir egzersiz olduğunu söylerler. Beşeri aşkın, iki insanın birbirine duyduğu sevginin ilahi aşka dönüşmede bir temrin, bir çalışma, bir hazırlık aşaması olduğunu söylerler. Leyla ile Mecnun hikayesinde bunu görmekteyiz.diğer buna mümasil edebiyatta Fars, Türk, Arap edebiyatında ilahi aşka yönelik bütün şiir veya düzyazı eserlerinde bunları görmekteyiz. Mesela Mevlana'nın Mesnevi'sindeki meşhur ney metaforu, gurbette ney'in ana kaynağı olan sazistan denilen, sazlık denilen ana kaynağından, ana vatanından ayrı düşmesi neticesinde vatanına duyduğu özlem, onun için inlemesi, ahu figan etmesi aslında içindeki aşkı dile getirmesi olarak görülmüştür. Dolayısıyla sufi edebiyatında aşıkın bir diğer adı da inleyendir, ahu figan edendir, sabahlara kadar inleyen, seher vakitlerinde aşıkından koku bekleyen kimselerdir. Bir ömür boyunca bu fani alemdeki hayatlarında hep baki olanı özlerler. Bugünkü insan hayatında da görülmüştür ki insanın fani olan herhangi birşeye karşı duyduğu sevginin sonunda mutluluğun elde edilemediği, gerçek mutluluğun elde edilemediği, arızi, geçici, izafi bir mutluluğun elde edildiği görülmektedir. Oysa baki mutluluk, insanın kendi aslını bulmasıyla alakalıdır. Buna da islam arifleri, 'kişi insan kendini tanırsa ancak Rabbini tanır' gerçeğinden bakarlar. Bu kozmik anlayışa göre Allah Adem'i yarattığında bütün isimlerini O'na yükleyebilmiştir. Diğer canlılar Allah'ın bazı isimlerini alabilmiştir. Hepsini alamamışlardır. Mesela, tabiatta bir ağaç gördüğümüz zaman Cenab-ı Allah'ın konuşan ismi dediğimiz , yani mütekellim ismi bunda bulunmaktadır. Ama insanda Allah'ın mütekellim ismi bulunmaktadır. Bazı isimler ortaktır bütün mahlukatta. İster bitki olsun, ister hayvan olsun, ister cansızlar olsun, ister insan olsun hepsinde ortak iken tüm isimlerin tamamını birden yüklenebilen, taşıyabilen insandır. Bundan dolayı, 'İnsan Rahman suretinde yaratılmıştır' diyor hadis-i şerifte veya Tevrat ayetinde olduğu gibi, Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır'. Bir başka ayette, 'Ben insanı yarattım ve kendi ruhumdan ona üfledim' denilmesi hasebiyle insan ile Allah arasındaki irtibat, ontolojik bir irtibattır. İnsanın Allah'a yönelmesinin adına da sufiler 'Aşk' demişlerdir. Sufilerin tabiriyle çokluk alemi denilen bu kesret çarşısına bir bakıma düşmüş olan insan, suni yollarla yalnızlığını gidermeğe çalışmakta. Bu parçalanmış kimliği aslında insanın o ikiye ayrılmış, özü yukarlarda kalmış olan özünü arama mücadelesidir. Ariflerin gözünde yeryüzü hayatındaki bütün ızdıraplar, bütün arayışlar, bütün çileler adı konmamış bir şekilde insanın o özüne, o kaynağına, aslına yeniden geri dönüşün bir tür teranesidir, bir tür dile getirilmesidir. Diğer insanlar ise yabancılaştıkları için bunun farkında değillerdir. Arif ile arif olmayan insanı birbirinden ayıran en önemli bariz özellik bu farkındalıktır. Bu çokluğun içerisinde insan yalnızlığı, halveti bulduğunda, yani onların tabiriyle, halvet der encümen denilen esasta, çokluğun içerisindeki yalnızlıkta Rabbi'yle yani aşık terminolojisiyle maşukuyla başbaşa kaldığında ancak büyük lezzet almakta. Yoksa kesret çarşısındaki nesneler, onu kendi sevdiğine karşı uzaklaştırmakta, yabancılaştırmakta, araya bir perde olmakta. Aşıkın en önemli özelliklerinden bir tanesi, maşukuyla arasındaki bu ilişkiden dolayı bir tür kıskançlığın oluşmasıdır. Sufi terminolojisinde buna 'gayret' denir. Gayret, yani araya başka hiçbir şeyi almadan yalnızca yalnızca onu sevmek. İslam bilgeleri tarafından çokluk alemi olarak anılan bu içinde bulunduğumuz insanın doğduğu, büyüdüğü, teneffüs ettiği ve vakti saati geldiğinde ruh emanetini teslim ettiği, bu içinde bulunan mertebenin adına çokluk alemi adı verilmekte, kesret pazarı denmektedir. Kesret pazarı, çokluk alemi aslında vahdetin karşılığında, birliği bölen, birliğe karşı konumda yeralan bir alem. Böyle bir alem içerisinde kişi gurbet hayatı yaşamakta, yalnızlığını yaşamakta. Aslından kopmuş, Rabbinden kopmuş bir vaziyette hayatını sürdürmekte. Yani aşığın maşuğuyla başbaşa kaldığı o an, o hal, o vakit onun için en yüksek mertebe, en talep edilen beklenilen, arzulanan bir andır..

Yani aşık için sevdiğinden ayrı kaldığı an cehennem midir?

Sufilerin cehennem tarifi de zaten bir bakıma sembolik bir anlam ifade etmektedir. Sufiye göre kişinin cananından ayrı kaldığı, uzak kaldığı mekanın adıdır cehennem. Cennet bahçeleri ve cennet olarak Kuran-ı Kerim'de ve diğer kitaplarda kastedilen yer, aslında ariflere göre sevgiliyi temaşa ettiği, sevgilisini müşahede ettiği, sevgilisiyle beraber olduğu makamın, yerin adıdır.

Bu düşüncelerinize kaynaklık eden İlahi Aşk, Fütuhat'ın bir bölümü sanırım. Bu esere ilişkin bilgi verir misiniz?

Fütuhat-ı Mekkiye, Muhyiddin İbn Arabi'nin en önemli, en temel eserlerinden bir tanesi. Fütuhat-ı Mekkiye'nin yazılışı çok enteresan. İbn Arabi Kudüs'ü ziyaretinden sonra Mekke'ye geldiğinde, Kabe-i Şerif karşısında murakabede iken birden Hacerül Esved'in içerisinden genç adam suretinde bir motifin çıkarak kendisine geldiğini söyler. Genç adam İbn Arabi'ye der ki, 'Muhiddin, kalk benimle beraber tavaf et' ve İbn Arabi kalkar. O genç adamı izlemek suretiyle ilk şaftını yaparlar. Yedinci şaft tamamlandığında genç adam İbn Arabi'ye dönerek, 'Sana Mekke fetihleri yüklendi, bildirildi. Şimdi sen ehline artık bu bilgileri aktarabilirsin' der. İşte tabiri caizse Fütuhat-ı Mekkiye'yi içindeki bu manevi bilgilere orada hamile kalan İbn Arabi, daha sonraki yirmuüç yıl boyunca o kendisine yüklenen bilgileri peyderpey satırlara dökecektir. En son hayatını geçirdiği Şam'da bu kitabı bir kere daha gözden geçirir ve yeniden otuzyedi defter tutan kitabını kendi elleriyle yazar. İşte Konya nüshası denilen Futuhat-ı Mekkiye 1930'lu yıllara kadar Konya'da Sadrettin Konevi'nin camisinde bir sanduka içerisinde muhafaza edilir.

Şair Nabi'nin ziyaret ettiği müellif nüshasından mı söz ediyorsunuz?

Evet. Urfa'lı şair Nabi hacca giderken Konya'ya uğradığında Sadrettin Konevi Camisini ziyaret ettiğini söyler ve orada sanduka içerisindeki Futuhat-ı Mekkiye bohçalarını açar. Kitabı öperek sayfaların arasındaki tozları şifa niyetine gözüne sürme olarak çektiğini ve bir miktarda yuttuğunu söyler kendi kitabında. İbn Arabi'nin bu Futuhat-ı Mekkiye isimli eseri 1930'lu yıllardan sonra İstanbul'daki Türk İslam Eserleri Müzesinde muhafaza edilmektedir. Bu eserin çok değişik nüshaları bulunmaktadır. Altıyüz küsür kitap yazmış olan Muhiddin İbn Arabi'nin günümüze üçte biri maalesef ulaşabilmiştir. Bu eserlerin içerisinde ana tema varlığın birliği eksenine oturan görüşleri içerisinde aşk merkezi bir rol oynamaktadır aslında. Futuhat-ı Mekkiye'de müstakil bir bab 178. bölümü ilahi aşk üzerine ayıran İbn Arabi başka eserlerinden özellikle şiirde, divanında bol miktarda ilahi aşk konularına değinir. Kendisi der ki, 'şiir, felek-i zühre ile şair arasındaki bir irtibatı sağlayan önemli bir alandır ve aşk diline en müsait formu şiir dili vermektedir.' Kendisi ilahi aşkı anlatmak için cismani alemden de tıpkı Dante'nin Beatrice'i gibi bir imge sembol kullanır. Onun sembolü de Nizam adındaki kendisinden dersler gördüğü bir zatın kızıdır. Nizam'a yönelik ifadelerinde, bizim divan edebiyatımızda olduğu gibi veya diğer ariflerin divanlarında olduğu gibi kaş, göz, yanak gibi motifler bulunmaktadır. Fakat bu semboller üzerinden ilahi aşka doğru bir referansta, bir atıfta bulunmaktadır. Tercümanu'l Eşvak isimli 'Arzuların Tercümanı' denilen ilahi aşk ağırlıklı şiir kitabında, 'benim mezhebim aşk mezhebidir. Aşkın kervanı beni nereye götürürse dinim, imanım orada' demektedir. İbn Arabi'nin bu şiir kitabı Tercümanu'l Eşvak'ta Nizam adı çok geçtiği için bu sembolizmi bilmeyen bazı kimseler, İbn Arabi gibi arif kimsenin burada cismani aşkı kastettiğini ileri sürmüşlerdir. Onun üzerine kendisi Zehayul Ahlak adında bir şerh yazarak Tercümanu'l Eşvak isimli kitabında kastettiği bütün beşeri sembolizmin aslında ilahi aşk sembolizmi olduğunu kast eder. Aşkın cismani aleme, maddi aleme ait olmayıp daha üst boyutların, sonsuzluk alemine ait olan bir hususiyetinden dolayı arifler, 'Bu aşk bir bahr-i ummandır buna haddü kenar olmaz' demişlerdir. Ariflerin aşk tarifi bundan dolayı dile gelemez, kale gelemez bir hususiyete sahiptir. Onu kim dile getirmişse aslında aşkı sadece bir yönüne işaret etmiştir. Aşkın hakikatını tam olarak hiçbir kimse dile getirmemiştir. Çünkü aşk, sonsuzluk alemine aittir ve kıyısı olmayan derin bir denizdir, bir bahirdir.

Deniz neyi sembolize ediyor?

Tasavvufta deniz Remz'i sembolü aslında vahdet alemine, o sonsuzluk alemini temsil eder, teşvik eder, benzetir. Aynı vahdet aleminde deniz gibi sonsuz, kıyısı olmayan derin bir alemdir. Arif kimseler için kullanılan gavvas yani dalgıç tabiri de işte bu derin denize dalarak o denizin içindeki inci, sedefi bulup çıkarma gücünde o ciğere, o akciğere sahip olan kimseleri ifade ediyor. Onun için aşık aslında hedefini, gayesini bulabilmek için o derin bahre dalarak, bahrin içerisindeki inciyi, yakutu bulmaya çalışan bir kimse olarak tarif edilir.

Kalbe ilişkin neler söyleniyor?

Kalp dönüşüm kabul eden yer demektir. Dolayısıyla tecelligah-ı ilahi yani ilahi alemin tecelli edeceği mekan. Biliyorsunuz klasik dini ilimlerde Allah hiçbir mekana, hiçbir zamana sığmayan bir özelliğe sahiptir. Fakat bazı hadis-i kutsilerde Cenab-ı Allah kendisine bir mekan itihaz etmektedir o da, 'Ben hiçbir yere sığmadım, sadece mümin kulumun kalbine sığdım' denmiştir. Sufilerin aşkın mekanı olarak gördükleri kalp/gönül, aynı zamanda beytullahtır yani Allah'ın ikamet ettiği yerdir. Sevginin kaynağı ilahi olmakla beraber, insan bunu tanrısal alandan, ilahi alandan yeyüzüne intikal ettirmesiyle beraber artık sevgiyi kendi arasında da tecrübe etmeye, yaşamaya başlamıştır. İnsan hem kendi cinsine, hem de diğer mahlukata karşı,doğaya karşı Allah'ın bahşetmiş olduğu o sevgiyi kullanır, sevgiyi talim eder. Fakat modern zamanlara gelinmesiyle beraber insandaki bu sevgi yavaş yavaş yerini artık sevgisizliğe ve anlayışsızlığa bırakmıştır. Sevgisizliğin olduğu toplumda da insanların hem kendi aralarındaki hoşgörüsüzlük çoğalmış, birbirine müsamaha azalmış, birbirine dayanamama çoğalmış, bunun ardından toplumsal huzursuzluk, ferdi plandaki sevgisizlik, merhametsizlik, toplumsal plandaki, içtimai plandaki sevgisizliğe ve sertliğe, yerini bırakmıştır. Bu açıdan modern insanın yeniden hem kendini keşfetmesi, kendini tanıması onu bir zamanlar koptuğu o tanrısal bağlarla yeniden barıştıracak ve bu barışması akabinde, bu dikey eyleminin ardından da yatay planda da toplumsal, içtimai barışı, sevgiyi yaymış olacaktır.

Peki aşkta 'vuslat' arzusu yok mudur? Bu nasıl gerçekleşir, neler olur sonunda?

Aşk, iki ayrı parçayı bir araya getirinceye kadar ki aktif unsur olduğundan dolayı bunun iki fert arasındaki, iki insan arasındaki çalışmasına baktığımızda, iki insanın birbirine aşık olan, birbirini seven insanın, birbirine doğru olan çekim kuvvetinin adı olursa eğer aşk, bu durumda aşkın vazifesi vuslata kadar, yani o iki ayrı parçayı birbirine kavuşturuncaya kadar şiddetini sürdürecektir. Ancak vuslat gerçekleştikten sonra o ayrılık artık beraberliğe dönüştükten sonra aşk kendi içinde bir dönüşüme uğrayarak sufilerin diliyle, bir marifete, bilgiye yerini teslim eder. Bunu aslında sosyal planda 'aşk evliliği öldürür' diye de tercüme edebiliriz. Aşkın evliliği öldürmesi evliliğe karşı olduğu anlamına gelmez. Evlilikle beraber, yani kavuşmayla beraber aşkın daha üst boyutu olan bilgiye, bizzat birbirini tanımaya doğru götürecektir. Biyolojik manada da aslında birbirini severek kırk sene aynı yastığa başkoyan insanların fiziki planda da birbirlerine benzemeye başladıklarını artık ayrılıkların fiziki planla da benzeşmek suretiyle örtüşmeye başladığını görmekteyiz.

Aşık kimdir? Özellikleri nelerdir? Biz aşığı nasıl tanıyacağız?

Aşığın en önemli özelliklerinden birisi, toplumsal olanla bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Aşık aslında toplum içerisinde yaşayan bir yalnızdır. Kendini kaybetmeye başlar. Gece gündüz maşukunu, sevgilisini düşündüğü için artık kendisini onda yok etmiştir. Toplumsal alanla irtibatı asgariye inmiştir. Aşık kimse, yeryüzü sathında, ister çöllerde, ister dere kenarlarında, ister yeşillikler içerisinde dolaşsın artık gözü onları görmez, maddi olanı görmez. Her nerede dolaşırsa dolaşsın, deli divane olsun bütün aradığı artık bir şeydir. O da o sevdiği, maşukasıdır. Aşıkın bütün hayatı sevgilisine doğru yaptığı yolculuktur aslında. Dolayısıyla aşık gurbette olup sevdiğinin özlemi içerisinde yanan, onun hasretiyle dolaşan, ona vuslatını bekleyen ve bu bekleme esnasında da inleyen, ahu figan eden bir kişidir artık. Binaenaleyh, aşıkı diğer insanlardan ayırdeden en bariz özellik dikkatini bir noktada teksif etmiş, toplayabilmiş olmasıdır. Aşık olmayan kimselerin dikkatleri değişik nesnelere, değişik şeylere dağılmış vaziyettedir. Oysa aşık, diğer insanların güzel dediği, hoşlandığı tabiat manzaraları karşısında bile temaşa ettiği her şeyde, her nereye baksa, ister tabiata baksın, ister diğer bir yaratığa baksın hepsinde sevgilisinin izlerini görür. Kendisini maşukta fena eder. Maşukun, sevgiliyi imtihan etmesi de gerekmektedir. Bu imtihan neticesinde sevgilinin sevdiği konusunda ne denli samimi olup olmadığı anlaşılacaktır. O imtihanı ne kadar başarılı olarak gerçekleştirebilecektir. Bu açıdan aşıkın hayatı aslında ahu figan ve birtakım ağır eziyetler, ağır elemler içerisinde geçer. Aşk acısı, aşk elemi içerisinde yanıp yakılma motifi aşıkın en önemli özelliklerindendir. Çünkü aşkın bir denemesi, bir sınanması gerekmektedir. Bu şekilde aşık önce naz eder. Aşık, maşuk naz eder. Naz ehli, nazın tasavvufi, ilahi aşktaki öneminin bir özelliği, salihin yani müridin, Allah yolundaki yolcunun, diğer adıyla ilahi aşka divane olmuş kimsenin bu seyri sülük içerisinde, bu elemi çekerken aslında arındırılması eğitilmesi hedeflenmektedir. Yani sevgili hemen kendisini açmaz, sevgili hemen tepki göstermez. Bir süre, bir vakit geçtikten sonra yavaş yavaş kendisini ona karşı yaklaştırmaya bakar. Bir hadis-i kutside, 'Bana ibadet eden kulum o kadar bana bu ibadetleriyle yaklaşır ki artık ben onun gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli olurum' buyrulmuştur. Bu görüleceği gibi bir müddet sonra gerçekleşmektedir. Hemen olan bir hadise değildir. Bundaki gaye, bu vetire, bir süreç izlenmesi de aşıkın olgunlaşması, pişmesi Mevlana'nın, 'Hamdım, piştim, yandım' sözünde ifade edildiği gibi o aşkın oturması, yerleşmesidir.

Beşeri aşkla ilahi aşk arasında tam da burada nasıl bir nitelik farkı olur?

Beşeri aşk ile, mecazi aşk ile ilahi, Rabbani aşkı birbirinden ayıran birçok hususiyet vardır. Bunlardan bir tanesi de ilahi aşkın daha uzun süre bekletmesi, o bekletme içerisinde, o ızdırap içerisinde kişiyi, salihi eğitmesidir. Aşık bu mecazi alemden yükselip ilahi aleme doğru yolculuk ederken ilahi alemin mecazi alemin karşısında, mecazi alemden ilahi aleme doğru geçileceğini bir talim, bir terbiye ile öğrenir, aşk meydanında aşığı aşk taliminden geçiren kimseye edebiyatımızda çok değişik adlar verilir. Pir-i Mugan, Saki, Mürşid gibi değişik adlar altında anılan bu mürebbi, bu öğretmen, aslında müride nasıl ilahi aşkla erişilebileceğini gösterir. Kuran-ı Kerim'de bir ayet-i kelimede, 'Ey insanlar, ey inananlar beni sevmek istiyorsanız, habibimi seviniz' ayetinde de olduğu gibi yani, sizi beni sevmeye götürecek olan o Resulün -ki o Resulün bir adı da Habibullah'tır, yani Allah'ın Sevgilisidir- Allah'ın sevgilisini severseniz, onu sevmeniz suretinde beni seversiniz. Çünkü sufilerin ontolojisinde Allah bilgisine ulaşma ancak, O'nun yeryüzü alemindeki numunesi olan, bütün esmasını adeta emaneten kendisine yüklediği insan-ı hakikinin, Adem-i hakikinin tanınması suretiyle olacaktır. İnsan tanındığı zaman ancak Allah tanınacaktır. Çünkü Allah, meleklere kendine secde edin demedi. Meleklerin Allah'a secde etmemesi gibi bir problem yoktu, Şeytan'da buna dahil olmak üzere. Allah insana secde edin dediğinde bütün melekler ona secde ederken, şeytan, ben ona niye secde edecekmişim demek suretiyle ondan ayrılmıştır. Aslında Şeytan da Allah'a inanan bir varlıktır, bir baş melektir. Ama Adem'in otoritesini kabul etmemek suretiyle büyük meleklikten, baş meleklikten şeytaniyete inmiştir. Bu nokta çok önemlidir. İnsanlar arasında da Allah'ı tanıma probleminden ziyade Allah dostunu, Allah sevgilisini tanıma problemi daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Veliler aşk-ı Muhammedi talimi yaparak Muhammed aşkını gönüllere nakş etmek suretiyle Allah aşkına ulaştırmaya çalışırlar. Bu ariflerin en önemlilerinden biri Aşıklar Sultanı olarak anılan Konya'da medfun Cenab-ı Mevlana Celaleddin Rumi'dir. Şems-i Tebrizi Mevlana'ya ilahi aşkı talim ettirdikten sonra, bu aşkın kendisine geldiği kaynak olarak Şems-i Tebrizi'yi gören Mevlana önce kendisine bağlanır. Bunu hisseden Şems, aradan kendisini çekerek Mevlana'yı artık o ilahi aşkın kaynağıyla yüz yüze bırakmak ister. Bunun için birden sırra kadem basar, aradan çekilir. Mevlana önce çok sendeler, sekteye uğrar. Her gelene gidene, 'Şems'ten bana bir haber getiren yok mu?' der. Hatta O'nun sürekli Şems'in peşinde olduğunu bilen bazı yalancı kimseler Mevlana'ya gelerek bahşiş kopartmak için, 'Ben Şems'i gördüm' demişlerdir. Mevlana da, 'Nerede gördün?, 'Şurada gördüm' denildiğinde, karşılığında birtakım bahşişler verir. Müritleri bu durumu görür ve Cenab-ı Mevlana'ya, 'Üstadım, karışmak istemiyoruz ama bu insanlar seni kandırıyorlar. Gördükleri falan yok, yalan haber veriyorlar' dediklerinde, 'Biliyorum. Ben o sevgilinin yalan haberine bahşiş veriyorum. Şayet hakiki haber getirselerdi canımı verirdim' demiştir.

Bu vadinin yolcularından biri olan ve Güzellik Ve Aşk adlı bir de mesnevi yazan Şeyh Galib'e ilişkin neler söylersiniz?

Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk isimli sembolik hikayesinde aslında Feriddüdin Attar'ın, Fuzuli'nin, İbn-i Sina'nın, birçok geçmiş ariflerin ilahi aşk sembolizmi için kullandıkları, örgüyü, motifi, tekrarlar. Burada Hüsn ü Aşk, Beni Muhabbet kabilelerinde aynı gün doğan biri kız, biri oğlan iki çocuğun adıdır. Burada Hüsn yani güzellik bir bakıma Allah'ı sembolize etmektedir. Aşk ise o saliki, Allah'a kavuşmaya çalışan yolcuyu sembolize etmektedir. Bu iki çocuk, biri kız kabilede doğar doğmaz adeta beşik kertmesi şeklinde birbiriyle nişanlanırlar. Çocuklar büyüyünce Mekteb-i Edep adlı okula verilirler. Bu okulda öğretmen, yaşlı Molla-ı Cünun adındaki bir hocadır. Bu sırada çocuklar birbirlerini severler. Fakat kabile içerisinde Hayret adında bir yiğit bulunmaktadır. Hüsn ile Aşk'ın buluşup konuşmalarını engeller. Mana bahçesinin rehberi olan yaşlı Sühan ise görüşüp anlaşmalarına, mektuplaşmalarına yardımcı olur. Hüsn'ün İsmet adında bir dadısı, Aşk'ın da Gayret adında bir Lala'sı bulunmaktadır. Aşk, Molla-ı Cünun ve Gayret'in yol göstermesiyle Hüsn'ü babasından ister. Kabilenin büyükleri karar vermek için toplanırlar ama Aşk'ın isteğini alayla karşılarlar. Hüsn'e kavuşmak için ondan zorlu bir sınavdan geçmesini isterler. Bin yıllık gam ülkesini geçer, mumdan bir gemiyle ateş denizini aşarsa binbir başlı ejderhayı öldürüp bunlara benzer pekçok zorlu işleri başarırsa Aşk ancak kalp diyarındaki kimyayı elde edebilir. Hüsn'ü ancak o şekilde alabileceğini söylerler kabilenin ileri gelenleri. Aşk bu zor ve tehlikeli yolculuğu yapmayı kabul eder ve hemen Lala'sı Gayret ile yola çıkarlar. Çok geçmeden bir kuyuya düşer ve dibi olmayan bu kuyudan Sühan'ın yardımıyla İsm-i Azam yazılı bir ipe tutunmak suretiyle kurtulurlar. Aşk denizini Hüsn'ün Sühan'a gönderdiği uçan bir atla aşar kızı, yine Sühan'ın yardımıyla kaleyi ateşe vererek kurtulurlar. Böyle pek çok tehlikeden Lalası Gayret ve değişik biçim ve kılıklarla geçen Aşk, sonunda Hüsn'ün sarayına varır. Birden Molla-ı Cünun, İsmet ve Hayret ortaya çıkarlar. Sühan, işin aslını, maceranın anlamını şöyle açıklar kendine: Aslında Aşk Hüsün'dür, Hüsün de Aşk. Aralarında bir fark yoktur. Sühan, Aşk'a, 'Sen yanlış yolda yürüyüp çabaladın' der. Aşk'ı Hayret'e teslim eder. Hüsn'ün sarayına götürür. Sonunda Aşk, Hüsn'e kavuşur. Hüsn ü Aşk mesnevisindeki sembolizm, sülukta ilerlemenin, olgunluğa ermenin zorluklarını ve bu yola giren salikin sonunda Allah aşkına erişebilmesi için kendi isteği ve sonsuz çabası yanında bir yol gösterici müridin yardımının da gerekli olduğunu anlatmaktadır.

Gönül denince ne anlamalıyız? Kalp midir, nefis midir nedir gönül?

İslamda gönül, yani kalp, bir bakıma beytullah Sevgili'nin konaklayacağı yer olarak görülmüştür. Hiçbir yere sığmayan Allah, aşığın kalbine sığdığını ifade etmektedir. Aynı zamanda da kalp tasavvufa göre bilgi kaynaklarından biridir. 'Onların kalpleri vardır, aklederler' ayetinde olduğu üzere, aslında akletme dediğimiz eylem de kalbin bir işlevidir. Modern zamanların bir kırılması neticesinde akletmenin, beyinsel bir faaliyet olduğu zannedilmiştir. Oysa ki bu bir yanılsamadır. Akletme kalbi bir eylemdir, kalbin bir melekesidir ve kalbin ileri derecede, aklın ileri derecedeki haline de aşk denilmektir.

Öyleyse, gönlün Sevgili'nin yerleşmesi için arınması gerekecektir değil mi?

Kesinlikle. 'Padişah konmaz saraya/ hane mamur olmadan' denmiştir. Hanenin mamur olması, yani hanenin, beytin, evin tezyin edilmesi, önce tasfiye edilmesi tezkiye edilmesi, temizlenmesi için bir takım boşaltılman cüruf, padişahın gelmesine mani olucu, aşığın gelip orda nefeslenmesine mani olucu özelliklerin izale edilmesi aardından cilalanması gereklidir ki, aşık kalbi yerleşebilsin ve maşukuyla buluştuğu bir mekan haline gelsin. Abdullah-ı Bosnevi adli bir Füsüsu'l- Hikem şarihi, Füsus'a yandığı şerhine Araisü'l Beyan Fi Mesnasati'l Hikem adını vermiştir. Yani kelimeleri adeta bir geline benzetmiştir. Hikmeti de adeta kalbe ve düğün yatağına benzetmiştir. Kelimelerin düğün yatağında açıldığı bir mekan olarak görülür kalp.

MEVLANA'NIN TEBRİZ'Lİ GÜNEŞİ ŞEMS (yeni)

Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA

Horasan"dan Tebriz"e gelip yerleşen basit bir dokumacının oğlu olan Şems-i Tebrizî, aldığı terbiyeden, garip olmakla beraber manalı ve hesaplı hareketlerinden onun bir tasavvuf eğitimi aldığı, birçok mutasavvıfla görüştüğü anlaşılmaktadır. Tebrizli Yalnız Sûfî Tebrizli Şemseddin, Konya"ya gelmeden önce, şehirleri gezerek, büyük ariflerle birlikte olur. Bazen okul müdürlüğü yapar, bazen de şalvar uçkuru örmek gibi önemsiz işlerde çalışırdı. Ücret verildiği zaman onu almamak için mazeretler ileri sürer, “alacağım biriksin, sonra alırım” der, Ansızın şehirden uzaklaşır, kaybolurdu. Böylece belirli bir yerde, uzun süre kalmadan ve aynı işte fazla çalışmadan hayatını sürdürürdü. Zahirî İlimlerde Müderris Gizemli ve yalnız bir sûfî olan Şems"in kendisi hakkındaki en önemli bilgileri Makâlât adlı eserden almaktayız. Mâkâlât, Şems"in bilinen tek eseridir. Ancak bu kitap bizzat Şems tarafından kaleme alınmış değildir. Eser, yalnız Şems"in ve Mevlâna"nın hayatı ve fikriyatı hakkında değil, dönemi ile ilgili ve canlı bilgiler veren önemli bir eserdir. Makâlât"la Mesnevi arasında güçlü bağlantılar bulunmaktadır. Mevlâna Makâlât"ın birçok hikâyelerini, meselelerini, bahislerini Mesnevi"sinde toplamıştır. Makâlât, bize zahirî ilimlerde mahir olan Tebrizli Şemseddin"in, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelam bilimlerinde de önemli bir seviyede olduğunu haber vermektedir. Şems"i, sadece Mevlâna"yı coşturan, heyecanlandıran bir derviş saymak, onun ilmini ve irfanını göz ardı etmek demektir. Nihayetinde öyle bir mertebeye ulaşır ki, ilimler onu tatmin etmez; aşkın alanın bilgisini, marifetullahı öncelikle Mevlâna"ya, sonra da diğer insanlara tattırmaya gayret eder.

İlk Şeyhi Ebû Bekr Sellebâf Şems, ömrü boyunca iki gönül sultanıyla muhatap olmuştur. Onun sözleriyle ifade edecek olursak: “Benim Tebriz"de Ebûbekr Sellebâf isminde bir şeyhim vardı, veliliğin bütün feyz ve esrarını ondan aldım. Ama bende bir şey vardı ki, onu şeyhim görmüyordu. Ve hiç kimse de görmemişti. Onu ancak Hüdavendigârım Mevlâna gördü.” Şemseddin-i Tebrizî"nin makamı ve mertebeleri o dereceye ulaşmıştı ki artık bunlarla kanaat etmiyor, daha yüksek bir makam arayışından ziyade, makamsızlık derecesine ulaşma anını bekliyordu. Bu arzu ile dünyayı dolaştı. Şemseddin"e, Tebriz"de, tarikat pirleri ve hakikat arifleri, “Kâmil-i Tebrizî”, gönül sahibi seyyahlar ise, çok yer dolaştığı için “ Şemseddin-i perende: Uçan Şemseddin” derlerdi.

“İkiz Ruhlar”ın İlk Vuslatı Tebrizli Şemseddin, Erzurum"da öğretmenlik yaparken ani bir kararla şehirden uzaklaşıp, kaybolur. Şam"a varıp burada bir yıl kadar kalır. Mevlâna"yla Anadolu"da vuslata ermeden önce, Şems"e “maksadına ulaşman için Rum diyarına git”, diye ilham gelir. Yola çıkan Şems, nihayetinde Konya"ya varınca doğruca Şeker-fıruşân= Şekerciler hanına gider. Kaldığı hücrenin kapısına da kendisini büyük bir tacir sansınlar diye iki üç dinar kıymetinde nadir bir kilit takar. Hâlbuki kaldığı han odasında eski bir hasır, kırık bir ibrik ve bir tuğla yastıktan başka bir şey yoktu. On, on beş günde bir, kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar, onunla ayakta kalmayı başarırdı. Şems"in Mevlâna"yla ilk karşılaşması farklı şekillerde anlatılmasına rağmen ilginçtir. Şems Mevlâna"ya bir takım cevabı güç sorular yöneltir. Cevaplarını alınca da bir rivayete göre bayılır. Mevlâna, Şems"le ilk buluşmalarında tam altı ay birliktelik sergilemişlerdir.

Artık ders vermeyi terk eden Mevlâna, zahirî ilimlerle ilgisini keserek münzevî olarak yaşamıştır. Çünkü o, daima Şems"i arar onunla görüşür, onunla gezer ve halvette bulunurdu. “Bazılarının anlattığına göre Şemseddin Tebrizî Konya"ya gelince Mevlâna"nın meclisine gitti. Mevlâna bir huzurun yanında oturuyordu. Önünde birkaç tane kitap vardı. Şems-i Tebrizî: Bu kitaplar nedir? diye sordu. Mevlâna: Buna kîl ü kâl derler. Şems, Senin bunlarla ne işin var? dedi ve bütün kitapları suya attı. Hz. Mevlâna çok üzüldü ve: Behey derviş ne yaptın! O kitaplardan bazıları babamın notları idi ki, bulmak mümkün değildir, dedi. Şeyh Şemseddin elini suya sokup o kitapları bir bir sudan çıkardı. Hiç birisi ıslanmamıştı. Hz. Mevlâna: Derviş bu ne sırdır? diye sorunca, Şemseddin: Bu zevk ve haldir. Sen bundan ne anlarsın! dedi. Sonra birbiri ile sohbete başladılar.”

Şems-i Tebrizî"nin gelişiyle, fünye ateş aldı, bomba infilak etti. Maneviyat dünyası, “Konya Okulu”nu kazanmış Doğu ve Batı birleşmişti. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri hararetle çılgınca yanmaya başlamıştı. Emirlerin, bilginlerin ve sufîlerin cenderesinde sıkışıp kalan Mevlâna, Şems"le buluşmasıyla, medresenin tekdüze hayatından koparak yenilenme evresine geçti. Kendisi için kapı aralandı. Bu kapı ki, sonsuzluğa açılır, bir daha da asla kapanmaz. Tazyik, tahrik ve tacizlere dayanamayan Şems, habersiz olarak Şam"a gider. Gidiş Mevlâna"nın içerisinde parlayan aşk ateşini, ayrılık ateşiyle körüklemek içindir. Böylece Mevlâna yandıkça yanacak ve sonunda pişecektir. Bu ayrılıştan sonra Mevlâna, herkesten uzaklaşır ve köşesine çekilir. Bir süre o dert ve keder içinde zamanını geçirir. Birdenbire Şam"dan, yani Şems"ten mektup gelir. Bundan sonra Mevlâna aşk ve şevk içinde tekrar semâ"ya başlar; insanı aşan şiirler ve gazeller, görünmeyen âlemden gelerek görünen âleme düşer. Konya"ya İkinci Geliş Bu ani gelişmenin neticesinde Sultan Veled, Şemseddin"i aramak üzere müridlerden bir topluluk ile Şam"a gittiler. Ayrıca Mevlâna, Şemseddin"in gelmesi isteği ile bir gazeli Sultan Veled"le birlikte gönderdi. Zorla elde edilen bir iknadan sonra Sultan Veled kendiliğinden, aşk ve istekle Şems"in üzengisi yanında yaya olarak hareket etti. Konya"nın girişinde, Mevlâna, umera ve ulemayla beraber onları karşılamaya çıktı. O ana kadar, ayrılık ateşiyle körüklenen Mevlâna, şimdi ise mecazda maşukla buluşma atmosferini teneffüs etmeye başladı ve artık bambaşka bir iştiyak hali yaşıyordu. İki gerçek güneş (Mevlâna ve Şems) bu hal üzerine birbiriyle ilk karşılaşmayla Şems, Sultan Veled"den memnuniyetini ifade etti.

Bir müddet sonra Şems-i Tebrizî, Mevlâna"nın yetiştirmesi olan Kimya adında bir kız ile evlenmek isteğini, Mevlâna memnuniyetle kabul etti. Kış olduğu için holun sofasında bir yer hazırlattı. O kış orasını kendisine oda edindi. Mevlâna"nın oğlu Alâeddin Çelebi (ö. 661/1262), her zaman baba ve annesinin elini öpmeye geliyor ve sofadan geçip hole gidiyordu. Şems"in velilik kıskançlığı harekete geçiyordu. Nihayet bir gün Alâeddin"e: “Ey gözümün nuru! Her ne kadar dış ve iç edeple süslenmiş isen de, bundan böyle bu evde hesaplı gidip gelmen gerekir” dedi. Bu söz üzerine, gücenen Alâeddin, duygularını kontrol edemeyip dışarı çıkınca bir topluluğa bunu anlattı ve bunlar fırsatı kullanarak aralarında gizli tuttukları planlarını harekete geçirdi ve “Garip bir iştir, bilgi peşinde çok gezen bu kişi gelmiş, Hüdavendigâr"ın evine girip onun oğlu ve göz bebeğini kendi evine sokmuyor” dediler. Bunun genel sonucunda gerek ortaya atılan gerekse yüzüne karşı yapılan söylenti ve hareketlerden bunalan Şems, bir gün Sultan Veled"e bahsedip: “Bu sefer, izimi hiçbir yaratığın bulamayacağı şekilde kaybolacağım bilinsin” dedi ve hemen o süre içinde kayboldu. Mevlâna, sabahleyin medreseye girip de evi boş bulup “kadim” dostu Şems"i göremeyince Sultan Veled"in evine koştu ve: “Bahaeddin! Ne uyumuşsun, kalk şeyhini ara; zira yine burnumun onun güzel kokularından mahrum kaldığını görüyorum” dedi.

Kayboluş/Son Gidiş veya Ruhun Bedenden Uçuşu Artık suyunu gereği kadar tutan barajın bendi yıkılmış ve Aşk pınarının suyuyla arzın sulanma vakti geldiği için, Şems aradan çekilmiştir. Şems"in aniden ortadan kaybolması veya öldürülmesi günümüze kadar Mevlâna ile ilgili her araştırmanın muhtevasında önemli bir yer tutar. Şems"le ilgili incelemelerin sonucunda herkes tarafından onaylanmasa da onun şehit edildiği yönündeki haber ve rivayetler bizce daha makul gözüküyor. Şems"in öldürülüş sırrı, Mevlâna hayattayken yalnız Sultan Veled ve birkaç has müridi arasında kalmış, ancak Mevlâna"nın vefatından sonra Eflakî"ye (ö.761/1360) söylenmiş, o da bunu eserine kaydetmişti. Mevlâna"nın vefatından sonra da Şems"in üzerine türbe yaptırılmış, yine de (burada mezar var) denmemiş, Mevlâna"nın ruhu incinir diye kimse Şems"in şehit edildiğinden bahsetmemiş, gerçekleri bilen dervişler “Şems kayboldu, burası da türbe değil makamdır” demekten başka bir şey yapmamışlardır.

Şems"in Kayboluşunun Mevlâna"daki Yansımaları Şems"in Konya"dan aniden ve habersiz ayrılışından sonra Mevlâna"nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair bir işarete rastlanılmamaktadır. “Olaydan kırk gün sonra Mevlâna başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecisi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.” Şems"in öldüğü söylentilerine, Mevlâna uzun süre inanamamış, Divan-ı Kebir"in en içli ve hazin şiirlerini söylemiştir. Bu olay ve konu ile ilgili bir rubâisinde oldukça hüzünlüdür:

Kimdir o? Hayat kaynağı eş öldü dedi! Kimdir o? Ümit söndü, ateş öldü dedi… Mel"un, dama çıktı yumdu bir an gözünü, Düşmandı ya Şems"e “Bak güneş öldü dedi”

Şems-i Tebrizî"nin ayrılığının arkasından Mevlâna çok defa onun ismini kullanarak, bazen onun ağzından Divan-ı Kebir"in birçok gazel ve rubâilerini terennüm edip kaleme almıştır. Burada Şems"i sembol gibi göstererek ilâhî aşkı, vahdet-i vücud görüşü içinde “yanmış” bir ruhun duygularını dillendirmiştir. Görünmeyen Âlemin İnsanı Şems"in Ulaştığı Aşkın Hâli Gizemli ve sıra dışı bir sufî olan Şems, belli bir yerde uzun süre kalmayan zor isimdir. Zor bilmeceler, manası derin sorularla insanın beynine bir şüphe kurdu soktuktan sonra aniden kaybolmuştur.

Şems, uykuda olan gönüllere kozmik bir şok uygulamış ve bu hareketiyle Mevlâna"da büyük bir ilgi meydana getirmiştir. Mevlâna, Şems"i, özgür ruhlu ve çekici bir insan olmanın yanı sıra, içsel varlık düzeyinde bir okyanus kadar çok sembolü anlayabilen bir kişi olarak görür.

Şems sırların sırrı ve aydınlanmanın nurudur. Kendisini gizlemesine rağmen o, olgun, olgunlaştıran, söz (kal), hâl ve keşif sahibi bir Allah dostuydu. Bunun için ona ilâhî bilgi ve hakikat arayıcıları müracaat ederdi. Cennet yolcularına keşif ve vuslat yolunun istikametini tahayyül ettirirdi. Şems"i, onunla ilgili araştırmacıların sandığı ve tanıttıkları gibi basit bir Bâtınî dervişi olarak görmek, onu hafife almak anlamına gelir. Zira çocukluktan beri aşkın varlıkla olan -madde evrenini aşan- kaynaşmasıyla o, yüzyılların yetiştirdiği büyük gönül sultanları arasında üstün vasıflarla donatılmış irfan ehli bir âriftir. Aksi durumda, Mevlâna gibi zâhir ve bâtın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine yükselmiş seçkin bir insanı, ilahî bir aşk ve iştiyak ateşiyle yakıp pişirebilir miydi?

Şems"in sözle anlatılamayan cazibesi, Mevlâna"ya bütün normal hayatını alt üst ederek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin sonlandığı başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin perdelerini ve kapılarını aralayan bu Tebrizli Âşık olmuştur. Mevlâna, Şems"i özgür, evrensel insan olarak, içsel varlık düzeyinde bir okyanus kadar çok sembolü anlayan bir kişi olarak tasvir eder. Mevlâna"ya göre Şems, çokluğun arkasındaki birliği görmüş ve birliğin nasıl çokluğa dönüştüğünü anlamıştı. Varlıktaki vahdetle kesret arasında gidip gelmeleri varlığına sindiren Şems, kendisinin görünen âlemin üstünde var edilmiş bir varlık olduğunun farkındaydı. Dünyevî bir varlığın kolaylıkla taşıyamayacağı ağırlığın yükünü kanıksamıştı. Hayatı, bütün varlığı ve hayatın özünü tecrübe etmişti. Şems evrenin gelişmekte olan hafızasında insanlığın açığa çıkmasını ve kendini gerçekleştirmesini sembolize ediyordu. O mutluluğa ulaştı, zevk deneyimini yaşadı ve arayışını sonlandırdı. Çünkü o, arayış içindeki varoluş düzeyini ortadan kaldıran ve maddeyi anlayan aydınlatıcı safhaya erişmişti. Sıfat ve nitelik engellerini yırtıp bir tarafa atarak en nihayet onların olaylar âleminde nasıl tekevvün ettiğini keşf ve müşahede etti. O, varlıktan yokluğa ve onun da ötesine, hatta “ötelerin de ötesine” ulaştı. Gizlemeyip ifşa ettiği bu mertebelere ulaşan Şems, sohbetinde bulunduğu insanlar onu kendilerine bağlayıp mürit edinmeye yeltendiklerinde sert bir kayaya çarpmaktadırlar ve Şems"i kaybetmektedirler. O, bir aşk, vecd, hakikat ve divanelik timsalidir.

Şems, asla özgürlüğünden taviz vermeyen yürüyen hür Âdem modelidir. Alışılmış kalıpları ve kitlelerin sınırlarını zorlamak, özellikle riyakârlığın kalıntılarını yok etmek, Şems"in en büyük ideali ve hem de görevidir. Sözlerin ve kelimelerin anlatmada güçlük çektiği makamlara erişen Şems"in, çıktığı en uzun yolculuk ve bunun sonucundaki hüzünlü gurbeti, adeta bir sürgündür. Dünyevî bilgilerin ötesinde irfan âleminin bilgisine sahip olan Şems, Mevlâna"ya salt aklın zincirinden kurtulmanın formülünü vermiştir. Sufîlik yaşadığı bir tecrübe olmasına rağmen yine de sıradan bir din bilgini olarak yaşayan Mevlâna, Şems"le tanıştıktan sonra aşkından coşan ve kaynayan okyanus halini almıştır. Hâsılı, Okyanusların birbirlerinde buldukları fakat başkalarının bulamadıkları en önemli zenginlik, zahirî dünyada bulunmayan aynaydı. Bunlar, şeyhlik, mürşitlik, halifelik, müritlik makamlarının daha da ötelerini aşarak birbirlerine ayna oldular.