9 Haziran 2007 Cumartesi

AŞK BİLGİNİN KAYNAĞIDIR-Söyleşi

Mahmut Erol Kılıç ile söyleşi
"Aşk bilginin kaynağıdır "
30 Ekim 2006
Söyleşi: Sadık Yalsızuçanlar

Aşk sözcüğünün kökeninde neler var, nereden geliyor aşk?

Aşkın metafiziğine ilişkin fikir serdeden islam arifleri aşk kelimesini sevginin en ifrat, en ileri derecesi olarak söylerler. Aşk bir arapça kelimedir ve kökeni aşaka kökünden gelir. Aşaka sarmaşık demektir. Bir nesnenin bir nesneyi sarmasıdır. Sarmaşığın ağacı sarması gibidir. Aşkta aynen bunun gibi, maşuk aşıkını sarmaya başlar, sevgisiyle hem ruhani alemde, hem iç aleminde sarmaya başlar. Ardından fiziki alemde de bu yakınlaşması, birbirlerini sarması neticesinde aşık artık maşukuyla bir vücud olmaya doğru gider. Aradaki ikilik kalkıp tek vücud, tek bir ağaç olmaya başladıktan sonra da artık aşık maşukunu eritir, yok eder ve sonunda da öldürür. Dolayısıyla aşkın sonunun ölüm olduğunu söyler arifler. Sarmaşık sarmağa başladığı ağacın özsuyunu emmek suretiyle onun suyunu alarak gelişmeye başlar. Bir süre sonra ikisi bir fizik, bir beden olmaya başlarlar. Ve bir müddet sonra da aşık ölür. Aşıkın maşukunda kendini fani etmesi, yok etmesi aslında aşkın iki ayrı parçayı birbirine çekim kuvvetinin adı olarak da görülmesinin bir tür tezahürüdür. Çünkü aşık maşukunda kendisini fani ettiği, yok ettiği anda varolmaktadır.

Burada bir çelişki yok mu?

Hayır. Yoklukta varolma durumu aşıkın maşukunda bir hale gelmesinin göstergesidir, bir tezahürüdür. Aslında kainat dediğimiz, şu içinde bulunduğumuz yaratılmış alemde, bütün birbirinden ayrışmış gibi duran nesneler kendi içlerinde birbiriyle bağlantıdadır. Hepsinin bir iç irtibat ağı bulunmaktadır. Fark ehli denilen, ariflerin fark ehli dediği kimseler, parçalayıcı bakan kimseler, alemin, kosmosun kendi içindeki bütünlüğü göremeyen kimseler, bunları ayrı ayrı nesneler olarak görürler. Oysaki bunların hepsinin içinde bir bağlantı bulunmaktadır. Biz sevenle sevilen ilişkisindeki aşkı sadece bilmekteyiz. Onun haricinde aslında kainatta herşey herşeyle irtibat halindedir. Dolayısıyla aslında ağaç dediğim nesne ile bitki ile ben dediğim insan arasında da bir irtibat bulunmaktadır. İnsanın tabiata olan sevgisinde de aslında bu tür sevginin, bu tür aşkın altdüzeylerdeki bir tezahürü, bir yansıması bulunmaktadır. Ve iki ayrı parçayı biraraya getirmede dağınık duran parçaları, bir araya getirmede en aktif, dinamik güç aşktır. Seven, sevilen ve sevgi diye ortada üç tane unsur bulunmaktadır aşk hikayesinde, sevgi hikayesinde. Ama hala ortada bir üçlük bulunmaktadır. Seven- sevilen ve sevgi; aşık, maşuk ve aşk şeklinde. Bu üçlü hala birbirinden ayrı olduğu sürece aşk son noktasına varmamış demektir. Dolayısıyla aşıkı maşukuna; sevgiliyi sevdiğine çıkaran o dinamik bağın aslına aşk diyoruz. Fakat çekim, iki ayrı parçayı, o uzaklığı birbirine yaklaştırdıktan sonra ortadan kalkınca, sevgili sevende fani olmakta, aşık maşukunda fani olmakta, aşık maşuk bugün benim olmakta. İkisi de yani aşık da maşuk da bir olmakta. Bu, aşkın son noktasıdır. Fena bulmasıdır. Sevgilinin aşkında erimesidir. Bunu İslam metafizikçileri fena ve ardından beka makamları olarak tarif ederler. Ve ilahi aşkın maksadı, gayesi, 'ilahi ente maksudi/Rabbim, sensin bizim maksudumuz, gayemiz' ifadesinde dile geldiği gibi, bulunmaktadır. Yani, aslında ilahi aşkta bir tür narsizm bulunmaktadır. Yani varlıkta herşey başta ihsan olmak üzere Allah'ın bir yaratığı olarak peydah olduğu için, bu aleme geldiği için, Halıkla mahluk, yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkide bir ikilik bulunmaktadır. Yani yaratan ve yaratılan arasındaki en samimim ilişkiyi o sevgi bağı bulundurmaktadır. Herşey kaynağına, aslına doğru akar. Herşey kaynağını bulmaya çalışır. Derelerde akan sular aslında kaynağına doğrudur. Ağacın da yukarıya doğru yükselmesi, enerjisini güneşten almasından dolayı güneşe doğru, bir sevk-i ilahiyle yönelmesinden dolayıdır. Varlığın gayesi başta insan olmak üzere aşktır. 'Aşk imiş, her ne var alemde ilim bir kıyl u kalimiş ancak' diyen şair, aslında alemi kuşatmış olan bu aşka temas etmektedir. İşte islam sufilerinin, ilahi aşk metafiziğinde aşık ile maşuku tarif ederken kullandıkları, değişik terminolojiler bulunmaktadır. Mesela bunlardan birisi olan Ahmed-i Gazali Sevanih isimli eserlerinde ilginç bir örneklemede bulunmaktadır. Bundan dolayı bazı tepkiler de almaktadır. Ahmed-i Gazali'ye göre Allah'a en fazla aşık olan varlık şeytandır. Bunun sebebi de, çünkü aşk Ahmed-i Gazali'ye göre iki ayrı parçayı birbirine yakınlaştırmadaki, etkin unsurun adıdır. Aşk, iki ayrı parçayı, birleştirmek ister. Eğer o iki ayrı parça, birbirinden ayrı duran nesneler birbirlerinden ne kadar uzaksalar aşklarını şiddeti de o kadar fazla olur. Dolayısıyla Allah'tan en uzak şeytan olarak görüldüğünden dolayı, ontolojik olarak bunu dile getirsin, getirmesin Allah'a en fazla aşık bu durumda şeytan olmaktadır. Gerçek arifler bu manada aşk makamıyla ilerlemiş, maşukunda fani olmuş ama aşkın bir üst boyutu olan marifet denilen bilgiye ermişlerdir. Çünkü ne kadar seversen o kadar bilirsin düsturuyla hareket ederler.

Sevmekle bilmek özdeş midir yani?

Evet. Sevgi aslında epistemelojik bir süreçtir. Yani, aşk bir bilgi kaynağıdır, bilgi getirir. Aşkın ardından bilgi gelir. İşte bununla ilgili bir hadiste, 'Beni talep eden, Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni sevmeye başlar. Beni seven Bana aşık olur. Bana aşık olan Beni bilir, Beni bilen Beni sever. Her kimki Beni severse, Bana aşık olursa Ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onu öldürürüm. Ben kimi öldürürsem de diyetini ödemem benim üzerime farzdır. Ben kimin diyetini ödeyeceksem onun diyeti de bizzat Benim' buyrulur. Burada da görüldüğü gibi aşkın son noktasında bir ölüm teması işlenmektedir. Bu fiziki ölümden ziyade bir fani oluş hikayesidir. Leyla ile Mecnun hikayesinde de görüldüğü gibi önce fiziki aşk ile başlayan bu ilişki, ardından o fiziki aşkın ileri boyutu, daha iç boyutu, daha deruni boyutuna doğru intikal eder ve artık Leyla motifi silikleşmeye başlar. Leyla'yı bulduğu zaman Mecnun, Leyla'dan fizik olarak vazgeçmiştir. Leyla'nın içinde barındırdığı o güzellik, o cemal, o güzellik idesine vurulmuştur. Bu Leyla İle Mecnun, Salman İle Absal hikayelerinde, Tahir İle Zühre'de, Yusuf İle Züleyha'da, bizim gerek halk gerekse Divan edebiyatımızda karşılıklarını bulan motiflerdir. Özellikle Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiye adlı otuzyedi ciltlik o dev eserinde bir bölümünü sevgilinin hallerine ayırmıştır.

Sufiler aşkın kaynağına ilişkin neler söylüyor?

İslam sufileri aşkın kaynağı konusunda bir hadis-i kutsiye dayandırırlar görüşlerini :'Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim. Ve bunun üzerine mahlukatı, sizleri yarattım.' İşte burada sufiler Allah'ın insanı yaratmak için kullandığı, fiilin ben istedim şeklinde de değil de, ben diledim, arzuladım, sevdim diye hub kelimesini kullanması ahbabtu şeklinde hub kelimesini kullanmasından yola çıkarak aslında varlığın kaynağının, sevgi olduğunu, hub olduğunu, aşk olduğunu söylerler. Dolayısıyla onlara göre, insanın yaratılmasının sebebi bir aşk hikayesidir bir bakıma. Allah bilinmezlik aleminde kendi haline müstağrak iken daha sonra bilinmekliği dilemek üzere yaratışa geçmesiyle ilk kendisinden sadır olan ilk belirlenim denilen taayyün-i evvel denilen mertebede ardından esma ve sıfatlarının zuhur etmesi, bu isimlerin içerisinde Vedut adının bulunması ve ilk yarattığının da Hakikat-ı Muhammediye olması, Hakikat-ı Muhammediyenin Hz. Muhammed'in arketipsel bir kökenini veriyor olması... Hakikat-ı Muhammediye ile Allah arasındaki bir sevgi...Hakikat-ı Muhammediye aynı zamanda insanı kamil-i hakiki veya adem-i hakiki adlarıyla da anılır. Çünkü sufilerin anlayışına göre varlığın geri kalan unsurlarının hepsi aslında bu Hakikat-ı Muhammediye'nin tafsili, açılması, yayılmasından ibarettir. Dolayısıyla bütün alemde, bütün kosmosta bu aşkın en ufak partikülleri, en ufak yansımalarını görmemiz mümkündür.

Varlık, bu Muhammedi gerçeğin çeşitli düzeylerde belirmesi midir yani?

Evet, herşeyin tezahürü hakikat-ı Muhammediye'ye doğrudur. Allah'ın zatından neşet eden isimleri ve sıfatları içerisinde bulunan Vedud ismi de aslında iki anlamlı, iki yönlüdür. Hem seven hem sevilen anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Allah Kuran-ı Kerim'de ve kutsal kitaplarda, 'O kimseler öyle kimseler ki onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever' diye bu sevgi ilişkisini temellendirmektedir. Ariflerin aşka yönelik yaklaşımlarında ontolojik bir mahiyet bulunmaktadır. Yani, insan adeta bu yaratılmış alemde kaynağından, kökeninden kopmuş, bir gurbete düşmüş vaziyettedir. Gurbetteki insan psikolojisinde o gurbet hayatı, bu gariplik hayatı her zaman için kaynağına dönüş özlemi, bir nostalji içerisinde bulunacaktır. Sufiler insanın gerçek mutluluğunun dünyevi nesnelerle değil, dünya içerisindeki bu fani, gelip geçici şeylerle değil, ancak baki olanla olacağını söylemektedirler. Sufiler alemin bir olduğunu, hakiki olmadığını, bir mecazlar alemi olduğunu söylerler. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz alem baki değildir, fanidir. Fani olan nesnelere yönelik sevginin de fani olacağını sonunda görürler. Dolayısıyla sufiler bir insanın bir insana olan aşkının da mecazi olduğunu, ilahi aşka giden yolda bir talim olduğunu, bir egzersiz olduğunu söylerler. Beşeri aşkın, iki insanın birbirine duyduğu sevginin ilahi aşka dönüşmede bir temrin, bir çalışma, bir hazırlık aşaması olduğunu söylerler. Leyla ile Mecnun hikayesinde bunu görmekteyiz.diğer buna mümasil edebiyatta Fars, Türk, Arap edebiyatında ilahi aşka yönelik bütün şiir veya düzyazı eserlerinde bunları görmekteyiz. Mesela Mevlana'nın Mesnevi'sindeki meşhur ney metaforu, gurbette ney'in ana kaynağı olan sazistan denilen, sazlık denilen ana kaynağından, ana vatanından ayrı düşmesi neticesinde vatanına duyduğu özlem, onun için inlemesi, ahu figan etmesi aslında içindeki aşkı dile getirmesi olarak görülmüştür. Dolayısıyla sufi edebiyatında aşıkın bir diğer adı da inleyendir, ahu figan edendir, sabahlara kadar inleyen, seher vakitlerinde aşıkından koku bekleyen kimselerdir. Bir ömür boyunca bu fani alemdeki hayatlarında hep baki olanı özlerler. Bugünkü insan hayatında da görülmüştür ki insanın fani olan herhangi birşeye karşı duyduğu sevginin sonunda mutluluğun elde edilemediği, gerçek mutluluğun elde edilemediği, arızi, geçici, izafi bir mutluluğun elde edildiği görülmektedir. Oysa baki mutluluk, insanın kendi aslını bulmasıyla alakalıdır. Buna da islam arifleri, 'kişi insan kendini tanırsa ancak Rabbini tanır' gerçeğinden bakarlar. Bu kozmik anlayışa göre Allah Adem'i yarattığında bütün isimlerini O'na yükleyebilmiştir. Diğer canlılar Allah'ın bazı isimlerini alabilmiştir. Hepsini alamamışlardır. Mesela, tabiatta bir ağaç gördüğümüz zaman Cenab-ı Allah'ın konuşan ismi dediğimiz , yani mütekellim ismi bunda bulunmaktadır. Ama insanda Allah'ın mütekellim ismi bulunmaktadır. Bazı isimler ortaktır bütün mahlukatta. İster bitki olsun, ister hayvan olsun, ister cansızlar olsun, ister insan olsun hepsinde ortak iken tüm isimlerin tamamını birden yüklenebilen, taşıyabilen insandır. Bundan dolayı, 'İnsan Rahman suretinde yaratılmıştır' diyor hadis-i şerifte veya Tevrat ayetinde olduğu gibi, Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır'. Bir başka ayette, 'Ben insanı yarattım ve kendi ruhumdan ona üfledim' denilmesi hasebiyle insan ile Allah arasındaki irtibat, ontolojik bir irtibattır. İnsanın Allah'a yönelmesinin adına da sufiler 'Aşk' demişlerdir. Sufilerin tabiriyle çokluk alemi denilen bu kesret çarşısına bir bakıma düşmüş olan insan, suni yollarla yalnızlığını gidermeğe çalışmakta. Bu parçalanmış kimliği aslında insanın o ikiye ayrılmış, özü yukarlarda kalmış olan özünü arama mücadelesidir. Ariflerin gözünde yeryüzü hayatındaki bütün ızdıraplar, bütün arayışlar, bütün çileler adı konmamış bir şekilde insanın o özüne, o kaynağına, aslına yeniden geri dönüşün bir tür teranesidir, bir tür dile getirilmesidir. Diğer insanlar ise yabancılaştıkları için bunun farkında değillerdir. Arif ile arif olmayan insanı birbirinden ayıran en önemli bariz özellik bu farkındalıktır. Bu çokluğun içerisinde insan yalnızlığı, halveti bulduğunda, yani onların tabiriyle, halvet der encümen denilen esasta, çokluğun içerisindeki yalnızlıkta Rabbi'yle yani aşık terminolojisiyle maşukuyla başbaşa kaldığında ancak büyük lezzet almakta. Yoksa kesret çarşısındaki nesneler, onu kendi sevdiğine karşı uzaklaştırmakta, yabancılaştırmakta, araya bir perde olmakta. Aşıkın en önemli özelliklerinden bir tanesi, maşukuyla arasındaki bu ilişkiden dolayı bir tür kıskançlığın oluşmasıdır. Sufi terminolojisinde buna 'gayret' denir. Gayret, yani araya başka hiçbir şeyi almadan yalnızca yalnızca onu sevmek. İslam bilgeleri tarafından çokluk alemi olarak anılan bu içinde bulunduğumuz insanın doğduğu, büyüdüğü, teneffüs ettiği ve vakti saati geldiğinde ruh emanetini teslim ettiği, bu içinde bulunan mertebenin adına çokluk alemi adı verilmekte, kesret pazarı denmektedir. Kesret pazarı, çokluk alemi aslında vahdetin karşılığında, birliği bölen, birliğe karşı konumda yeralan bir alem. Böyle bir alem içerisinde kişi gurbet hayatı yaşamakta, yalnızlığını yaşamakta. Aslından kopmuş, Rabbinden kopmuş bir vaziyette hayatını sürdürmekte. Yani aşığın maşuğuyla başbaşa kaldığı o an, o hal, o vakit onun için en yüksek mertebe, en talep edilen beklenilen, arzulanan bir andır..

Yani aşık için sevdiğinden ayrı kaldığı an cehennem midir?

Sufilerin cehennem tarifi de zaten bir bakıma sembolik bir anlam ifade etmektedir. Sufiye göre kişinin cananından ayrı kaldığı, uzak kaldığı mekanın adıdır cehennem. Cennet bahçeleri ve cennet olarak Kuran-ı Kerim'de ve diğer kitaplarda kastedilen yer, aslında ariflere göre sevgiliyi temaşa ettiği, sevgilisini müşahede ettiği, sevgilisiyle beraber olduğu makamın, yerin adıdır.

Bu düşüncelerinize kaynaklık eden İlahi Aşk, Fütuhat'ın bir bölümü sanırım. Bu esere ilişkin bilgi verir misiniz?

Fütuhat-ı Mekkiye, Muhyiddin İbn Arabi'nin en önemli, en temel eserlerinden bir tanesi. Fütuhat-ı Mekkiye'nin yazılışı çok enteresan. İbn Arabi Kudüs'ü ziyaretinden sonra Mekke'ye geldiğinde, Kabe-i Şerif karşısında murakabede iken birden Hacerül Esved'in içerisinden genç adam suretinde bir motifin çıkarak kendisine geldiğini söyler. Genç adam İbn Arabi'ye der ki, 'Muhiddin, kalk benimle beraber tavaf et' ve İbn Arabi kalkar. O genç adamı izlemek suretiyle ilk şaftını yaparlar. Yedinci şaft tamamlandığında genç adam İbn Arabi'ye dönerek, 'Sana Mekke fetihleri yüklendi, bildirildi. Şimdi sen ehline artık bu bilgileri aktarabilirsin' der. İşte tabiri caizse Fütuhat-ı Mekkiye'yi içindeki bu manevi bilgilere orada hamile kalan İbn Arabi, daha sonraki yirmuüç yıl boyunca o kendisine yüklenen bilgileri peyderpey satırlara dökecektir. En son hayatını geçirdiği Şam'da bu kitabı bir kere daha gözden geçirir ve yeniden otuzyedi defter tutan kitabını kendi elleriyle yazar. İşte Konya nüshası denilen Futuhat-ı Mekkiye 1930'lu yıllara kadar Konya'da Sadrettin Konevi'nin camisinde bir sanduka içerisinde muhafaza edilir.

Şair Nabi'nin ziyaret ettiği müellif nüshasından mı söz ediyorsunuz?

Evet. Urfa'lı şair Nabi hacca giderken Konya'ya uğradığında Sadrettin Konevi Camisini ziyaret ettiğini söyler ve orada sanduka içerisindeki Futuhat-ı Mekkiye bohçalarını açar. Kitabı öperek sayfaların arasındaki tozları şifa niyetine gözüne sürme olarak çektiğini ve bir miktarda yuttuğunu söyler kendi kitabında. İbn Arabi'nin bu Futuhat-ı Mekkiye isimli eseri 1930'lu yıllardan sonra İstanbul'daki Türk İslam Eserleri Müzesinde muhafaza edilmektedir. Bu eserin çok değişik nüshaları bulunmaktadır. Altıyüz küsür kitap yazmış olan Muhiddin İbn Arabi'nin günümüze üçte biri maalesef ulaşabilmiştir. Bu eserlerin içerisinde ana tema varlığın birliği eksenine oturan görüşleri içerisinde aşk merkezi bir rol oynamaktadır aslında. Futuhat-ı Mekkiye'de müstakil bir bab 178. bölümü ilahi aşk üzerine ayıran İbn Arabi başka eserlerinden özellikle şiirde, divanında bol miktarda ilahi aşk konularına değinir. Kendisi der ki, 'şiir, felek-i zühre ile şair arasındaki bir irtibatı sağlayan önemli bir alandır ve aşk diline en müsait formu şiir dili vermektedir.' Kendisi ilahi aşkı anlatmak için cismani alemden de tıpkı Dante'nin Beatrice'i gibi bir imge sembol kullanır. Onun sembolü de Nizam adındaki kendisinden dersler gördüğü bir zatın kızıdır. Nizam'a yönelik ifadelerinde, bizim divan edebiyatımızda olduğu gibi veya diğer ariflerin divanlarında olduğu gibi kaş, göz, yanak gibi motifler bulunmaktadır. Fakat bu semboller üzerinden ilahi aşka doğru bir referansta, bir atıfta bulunmaktadır. Tercümanu'l Eşvak isimli 'Arzuların Tercümanı' denilen ilahi aşk ağırlıklı şiir kitabında, 'benim mezhebim aşk mezhebidir. Aşkın kervanı beni nereye götürürse dinim, imanım orada' demektedir. İbn Arabi'nin bu şiir kitabı Tercümanu'l Eşvak'ta Nizam adı çok geçtiği için bu sembolizmi bilmeyen bazı kimseler, İbn Arabi gibi arif kimsenin burada cismani aşkı kastettiğini ileri sürmüşlerdir. Onun üzerine kendisi Zehayul Ahlak adında bir şerh yazarak Tercümanu'l Eşvak isimli kitabında kastettiği bütün beşeri sembolizmin aslında ilahi aşk sembolizmi olduğunu kast eder. Aşkın cismani aleme, maddi aleme ait olmayıp daha üst boyutların, sonsuzluk alemine ait olan bir hususiyetinden dolayı arifler, 'Bu aşk bir bahr-i ummandır buna haddü kenar olmaz' demişlerdir. Ariflerin aşk tarifi bundan dolayı dile gelemez, kale gelemez bir hususiyete sahiptir. Onu kim dile getirmişse aslında aşkı sadece bir yönüne işaret etmiştir. Aşkın hakikatını tam olarak hiçbir kimse dile getirmemiştir. Çünkü aşk, sonsuzluk alemine aittir ve kıyısı olmayan derin bir denizdir, bir bahirdir.

Deniz neyi sembolize ediyor?

Tasavvufta deniz Remz'i sembolü aslında vahdet alemine, o sonsuzluk alemini temsil eder, teşvik eder, benzetir. Aynı vahdet aleminde deniz gibi sonsuz, kıyısı olmayan derin bir alemdir. Arif kimseler için kullanılan gavvas yani dalgıç tabiri de işte bu derin denize dalarak o denizin içindeki inci, sedefi bulup çıkarma gücünde o ciğere, o akciğere sahip olan kimseleri ifade ediyor. Onun için aşık aslında hedefini, gayesini bulabilmek için o derin bahre dalarak, bahrin içerisindeki inciyi, yakutu bulmaya çalışan bir kimse olarak tarif edilir.

Kalbe ilişkin neler söyleniyor?

Kalp dönüşüm kabul eden yer demektir. Dolayısıyla tecelligah-ı ilahi yani ilahi alemin tecelli edeceği mekan. Biliyorsunuz klasik dini ilimlerde Allah hiçbir mekana, hiçbir zamana sığmayan bir özelliğe sahiptir. Fakat bazı hadis-i kutsilerde Cenab-ı Allah kendisine bir mekan itihaz etmektedir o da, 'Ben hiçbir yere sığmadım, sadece mümin kulumun kalbine sığdım' denmiştir. Sufilerin aşkın mekanı olarak gördükleri kalp/gönül, aynı zamanda beytullahtır yani Allah'ın ikamet ettiği yerdir. Sevginin kaynağı ilahi olmakla beraber, insan bunu tanrısal alandan, ilahi alandan yeyüzüne intikal ettirmesiyle beraber artık sevgiyi kendi arasında da tecrübe etmeye, yaşamaya başlamıştır. İnsan hem kendi cinsine, hem de diğer mahlukata karşı,doğaya karşı Allah'ın bahşetmiş olduğu o sevgiyi kullanır, sevgiyi talim eder. Fakat modern zamanlara gelinmesiyle beraber insandaki bu sevgi yavaş yavaş yerini artık sevgisizliğe ve anlayışsızlığa bırakmıştır. Sevgisizliğin olduğu toplumda da insanların hem kendi aralarındaki hoşgörüsüzlük çoğalmış, birbirine müsamaha azalmış, birbirine dayanamama çoğalmış, bunun ardından toplumsal huzursuzluk, ferdi plandaki sevgisizlik, merhametsizlik, toplumsal plandaki, içtimai plandaki sevgisizliğe ve sertliğe, yerini bırakmıştır. Bu açıdan modern insanın yeniden hem kendini keşfetmesi, kendini tanıması onu bir zamanlar koptuğu o tanrısal bağlarla yeniden barıştıracak ve bu barışması akabinde, bu dikey eyleminin ardından da yatay planda da toplumsal, içtimai barışı, sevgiyi yaymış olacaktır.

Peki aşkta 'vuslat' arzusu yok mudur? Bu nasıl gerçekleşir, neler olur sonunda?

Aşk, iki ayrı parçayı bir araya getirinceye kadar ki aktif unsur olduğundan dolayı bunun iki fert arasındaki, iki insan arasındaki çalışmasına baktığımızda, iki insanın birbirine aşık olan, birbirini seven insanın, birbirine doğru olan çekim kuvvetinin adı olursa eğer aşk, bu durumda aşkın vazifesi vuslata kadar, yani o iki ayrı parçayı birbirine kavuşturuncaya kadar şiddetini sürdürecektir. Ancak vuslat gerçekleştikten sonra o ayrılık artık beraberliğe dönüştükten sonra aşk kendi içinde bir dönüşüme uğrayarak sufilerin diliyle, bir marifete, bilgiye yerini teslim eder. Bunu aslında sosyal planda 'aşk evliliği öldürür' diye de tercüme edebiliriz. Aşkın evliliği öldürmesi evliliğe karşı olduğu anlamına gelmez. Evlilikle beraber, yani kavuşmayla beraber aşkın daha üst boyutu olan bilgiye, bizzat birbirini tanımaya doğru götürecektir. Biyolojik manada da aslında birbirini severek kırk sene aynı yastığa başkoyan insanların fiziki planda da birbirlerine benzemeye başladıklarını artık ayrılıkların fiziki planla da benzeşmek suretiyle örtüşmeye başladığını görmekteyiz.

Aşık kimdir? Özellikleri nelerdir? Biz aşığı nasıl tanıyacağız?

Aşığın en önemli özelliklerinden birisi, toplumsal olanla bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Aşık aslında toplum içerisinde yaşayan bir yalnızdır. Kendini kaybetmeye başlar. Gece gündüz maşukunu, sevgilisini düşündüğü için artık kendisini onda yok etmiştir. Toplumsal alanla irtibatı asgariye inmiştir. Aşık kimse, yeryüzü sathında, ister çöllerde, ister dere kenarlarında, ister yeşillikler içerisinde dolaşsın artık gözü onları görmez, maddi olanı görmez. Her nerede dolaşırsa dolaşsın, deli divane olsun bütün aradığı artık bir şeydir. O da o sevdiği, maşukasıdır. Aşıkın bütün hayatı sevgilisine doğru yaptığı yolculuktur aslında. Dolayısıyla aşık gurbette olup sevdiğinin özlemi içerisinde yanan, onun hasretiyle dolaşan, ona vuslatını bekleyen ve bu bekleme esnasında da inleyen, ahu figan eden bir kişidir artık. Binaenaleyh, aşıkı diğer insanlardan ayırdeden en bariz özellik dikkatini bir noktada teksif etmiş, toplayabilmiş olmasıdır. Aşık olmayan kimselerin dikkatleri değişik nesnelere, değişik şeylere dağılmış vaziyettedir. Oysa aşık, diğer insanların güzel dediği, hoşlandığı tabiat manzaraları karşısında bile temaşa ettiği her şeyde, her nereye baksa, ister tabiata baksın, ister diğer bir yaratığa baksın hepsinde sevgilisinin izlerini görür. Kendisini maşukta fena eder. Maşukun, sevgiliyi imtihan etmesi de gerekmektedir. Bu imtihan neticesinde sevgilinin sevdiği konusunda ne denli samimi olup olmadığı anlaşılacaktır. O imtihanı ne kadar başarılı olarak gerçekleştirebilecektir. Bu açıdan aşıkın hayatı aslında ahu figan ve birtakım ağır eziyetler, ağır elemler içerisinde geçer. Aşk acısı, aşk elemi içerisinde yanıp yakılma motifi aşıkın en önemli özelliklerindendir. Çünkü aşkın bir denemesi, bir sınanması gerekmektedir. Bu şekilde aşık önce naz eder. Aşık, maşuk naz eder. Naz ehli, nazın tasavvufi, ilahi aşktaki öneminin bir özelliği, salihin yani müridin, Allah yolundaki yolcunun, diğer adıyla ilahi aşka divane olmuş kimsenin bu seyri sülük içerisinde, bu elemi çekerken aslında arındırılması eğitilmesi hedeflenmektedir. Yani sevgili hemen kendisini açmaz, sevgili hemen tepki göstermez. Bir süre, bir vakit geçtikten sonra yavaş yavaş kendisini ona karşı yaklaştırmaya bakar. Bir hadis-i kutside, 'Bana ibadet eden kulum o kadar bana bu ibadetleriyle yaklaşır ki artık ben onun gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli olurum' buyrulmuştur. Bu görüleceği gibi bir müddet sonra gerçekleşmektedir. Hemen olan bir hadise değildir. Bundaki gaye, bu vetire, bir süreç izlenmesi de aşıkın olgunlaşması, pişmesi Mevlana'nın, 'Hamdım, piştim, yandım' sözünde ifade edildiği gibi o aşkın oturması, yerleşmesidir.

Beşeri aşkla ilahi aşk arasında tam da burada nasıl bir nitelik farkı olur?

Beşeri aşk ile, mecazi aşk ile ilahi, Rabbani aşkı birbirinden ayıran birçok hususiyet vardır. Bunlardan bir tanesi de ilahi aşkın daha uzun süre bekletmesi, o bekletme içerisinde, o ızdırap içerisinde kişiyi, salihi eğitmesidir. Aşık bu mecazi alemden yükselip ilahi aleme doğru yolculuk ederken ilahi alemin mecazi alemin karşısında, mecazi alemden ilahi aleme doğru geçileceğini bir talim, bir terbiye ile öğrenir, aşk meydanında aşığı aşk taliminden geçiren kimseye edebiyatımızda çok değişik adlar verilir. Pir-i Mugan, Saki, Mürşid gibi değişik adlar altında anılan bu mürebbi, bu öğretmen, aslında müride nasıl ilahi aşkla erişilebileceğini gösterir. Kuran-ı Kerim'de bir ayet-i kelimede, 'Ey insanlar, ey inananlar beni sevmek istiyorsanız, habibimi seviniz' ayetinde de olduğu gibi yani, sizi beni sevmeye götürecek olan o Resulün -ki o Resulün bir adı da Habibullah'tır, yani Allah'ın Sevgilisidir- Allah'ın sevgilisini severseniz, onu sevmeniz suretinde beni seversiniz. Çünkü sufilerin ontolojisinde Allah bilgisine ulaşma ancak, O'nun yeryüzü alemindeki numunesi olan, bütün esmasını adeta emaneten kendisine yüklediği insan-ı hakikinin, Adem-i hakikinin tanınması suretiyle olacaktır. İnsan tanındığı zaman ancak Allah tanınacaktır. Çünkü Allah, meleklere kendine secde edin demedi. Meleklerin Allah'a secde etmemesi gibi bir problem yoktu, Şeytan'da buna dahil olmak üzere. Allah insana secde edin dediğinde bütün melekler ona secde ederken, şeytan, ben ona niye secde edecekmişim demek suretiyle ondan ayrılmıştır. Aslında Şeytan da Allah'a inanan bir varlıktır, bir baş melektir. Ama Adem'in otoritesini kabul etmemek suretiyle büyük meleklikten, baş meleklikten şeytaniyete inmiştir. Bu nokta çok önemlidir. İnsanlar arasında da Allah'ı tanıma probleminden ziyade Allah dostunu, Allah sevgilisini tanıma problemi daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Veliler aşk-ı Muhammedi talimi yaparak Muhammed aşkını gönüllere nakş etmek suretiyle Allah aşkına ulaştırmaya çalışırlar. Bu ariflerin en önemlilerinden biri Aşıklar Sultanı olarak anılan Konya'da medfun Cenab-ı Mevlana Celaleddin Rumi'dir. Şems-i Tebrizi Mevlana'ya ilahi aşkı talim ettirdikten sonra, bu aşkın kendisine geldiği kaynak olarak Şems-i Tebrizi'yi gören Mevlana önce kendisine bağlanır. Bunu hisseden Şems, aradan kendisini çekerek Mevlana'yı artık o ilahi aşkın kaynağıyla yüz yüze bırakmak ister. Bunun için birden sırra kadem basar, aradan çekilir. Mevlana önce çok sendeler, sekteye uğrar. Her gelene gidene, 'Şems'ten bana bir haber getiren yok mu?' der. Hatta O'nun sürekli Şems'in peşinde olduğunu bilen bazı yalancı kimseler Mevlana'ya gelerek bahşiş kopartmak için, 'Ben Şems'i gördüm' demişlerdir. Mevlana da, 'Nerede gördün?, 'Şurada gördüm' denildiğinde, karşılığında birtakım bahşişler verir. Müritleri bu durumu görür ve Cenab-ı Mevlana'ya, 'Üstadım, karışmak istemiyoruz ama bu insanlar seni kandırıyorlar. Gördükleri falan yok, yalan haber veriyorlar' dediklerinde, 'Biliyorum. Ben o sevgilinin yalan haberine bahşiş veriyorum. Şayet hakiki haber getirselerdi canımı verirdim' demiştir.

Bu vadinin yolcularından biri olan ve Güzellik Ve Aşk adlı bir de mesnevi yazan Şeyh Galib'e ilişkin neler söylersiniz?

Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk isimli sembolik hikayesinde aslında Feriddüdin Attar'ın, Fuzuli'nin, İbn-i Sina'nın, birçok geçmiş ariflerin ilahi aşk sembolizmi için kullandıkları, örgüyü, motifi, tekrarlar. Burada Hüsn ü Aşk, Beni Muhabbet kabilelerinde aynı gün doğan biri kız, biri oğlan iki çocuğun adıdır. Burada Hüsn yani güzellik bir bakıma Allah'ı sembolize etmektedir. Aşk ise o saliki, Allah'a kavuşmaya çalışan yolcuyu sembolize etmektedir. Bu iki çocuk, biri kız kabilede doğar doğmaz adeta beşik kertmesi şeklinde birbiriyle nişanlanırlar. Çocuklar büyüyünce Mekteb-i Edep adlı okula verilirler. Bu okulda öğretmen, yaşlı Molla-ı Cünun adındaki bir hocadır. Bu sırada çocuklar birbirlerini severler. Fakat kabile içerisinde Hayret adında bir yiğit bulunmaktadır. Hüsn ile Aşk'ın buluşup konuşmalarını engeller. Mana bahçesinin rehberi olan yaşlı Sühan ise görüşüp anlaşmalarına, mektuplaşmalarına yardımcı olur. Hüsn'ün İsmet adında bir dadısı, Aşk'ın da Gayret adında bir Lala'sı bulunmaktadır. Aşk, Molla-ı Cünun ve Gayret'in yol göstermesiyle Hüsn'ü babasından ister. Kabilenin büyükleri karar vermek için toplanırlar ama Aşk'ın isteğini alayla karşılarlar. Hüsn'e kavuşmak için ondan zorlu bir sınavdan geçmesini isterler. Bin yıllık gam ülkesini geçer, mumdan bir gemiyle ateş denizini aşarsa binbir başlı ejderhayı öldürüp bunlara benzer pekçok zorlu işleri başarırsa Aşk ancak kalp diyarındaki kimyayı elde edebilir. Hüsn'ü ancak o şekilde alabileceğini söylerler kabilenin ileri gelenleri. Aşk bu zor ve tehlikeli yolculuğu yapmayı kabul eder ve hemen Lala'sı Gayret ile yola çıkarlar. Çok geçmeden bir kuyuya düşer ve dibi olmayan bu kuyudan Sühan'ın yardımıyla İsm-i Azam yazılı bir ipe tutunmak suretiyle kurtulurlar. Aşk denizini Hüsn'ün Sühan'a gönderdiği uçan bir atla aşar kızı, yine Sühan'ın yardımıyla kaleyi ateşe vererek kurtulurlar. Böyle pek çok tehlikeden Lalası Gayret ve değişik biçim ve kılıklarla geçen Aşk, sonunda Hüsn'ün sarayına varır. Birden Molla-ı Cünun, İsmet ve Hayret ortaya çıkarlar. Sühan, işin aslını, maceranın anlamını şöyle açıklar kendine: Aslında Aşk Hüsün'dür, Hüsün de Aşk. Aralarında bir fark yoktur. Sühan, Aşk'a, 'Sen yanlış yolda yürüyüp çabaladın' der. Aşk'ı Hayret'e teslim eder. Hüsn'ün sarayına götürür. Sonunda Aşk, Hüsn'e kavuşur. Hüsn ü Aşk mesnevisindeki sembolizm, sülukta ilerlemenin, olgunluğa ermenin zorluklarını ve bu yola giren salikin sonunda Allah aşkına erişebilmesi için kendi isteği ve sonsuz çabası yanında bir yol gösterici müridin yardımının da gerekli olduğunu anlatmaktadır.

Gönül denince ne anlamalıyız? Kalp midir, nefis midir nedir gönül?

İslamda gönül, yani kalp, bir bakıma beytullah Sevgili'nin konaklayacağı yer olarak görülmüştür. Hiçbir yere sığmayan Allah, aşığın kalbine sığdığını ifade etmektedir. Aynı zamanda da kalp tasavvufa göre bilgi kaynaklarından biridir. 'Onların kalpleri vardır, aklederler' ayetinde olduğu üzere, aslında akletme dediğimiz eylem de kalbin bir işlevidir. Modern zamanların bir kırılması neticesinde akletmenin, beyinsel bir faaliyet olduğu zannedilmiştir. Oysa ki bu bir yanılsamadır. Akletme kalbi bir eylemdir, kalbin bir melekesidir ve kalbin ileri derecede, aklın ileri derecedeki haline de aşk denilmektir.

Öyleyse, gönlün Sevgili'nin yerleşmesi için arınması gerekecektir değil mi?

Kesinlikle. 'Padişah konmaz saraya/ hane mamur olmadan' denmiştir. Hanenin mamur olması, yani hanenin, beytin, evin tezyin edilmesi, önce tasfiye edilmesi tezkiye edilmesi, temizlenmesi için bir takım boşaltılman cüruf, padişahın gelmesine mani olucu, aşığın gelip orda nefeslenmesine mani olucu özelliklerin izale edilmesi aardından cilalanması gereklidir ki, aşık kalbi yerleşebilsin ve maşukuyla buluştuğu bir mekan haline gelsin. Abdullah-ı Bosnevi adli bir Füsüsu'l- Hikem şarihi, Füsus'a yandığı şerhine Araisü'l Beyan Fi Mesnasati'l Hikem adını vermiştir. Yani kelimeleri adeta bir geline benzetmiştir. Hikmeti de adeta kalbe ve düğün yatağına benzetmiştir. Kelimelerin düğün yatağında açıldığı bir mekan olarak görülür kalp.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Yüreğinize sağlık çok güzel ve istifadeli bir yazı.Cenab-i Hakk Razı olsun insh'Allah..Selam dua...

Adsız dedi ki...

Just found this forum via google. Glad to join you. I came here to learn your language . thanks all.

Ali Sarıgül dedi ki...

Welcome.